25 Şubat 2010 Perşembe

Midyat Tarihi



MİDYAT TARİHİ
 

Tarihte Midyat
         İlçemiz Midyat'ın  coğrafi olarak konumu, doğusunda Dargeçit ilçesi, batısında Ömerli ilçesi, kuzeybatısında Savur ilçesi, kuzeyinde  Batman iline bağlı Gercüş ilçesi, güneyinde Nusaybin ilçesi, güney doğusunda ise Şırnak  iline bağlı İdil ilçesi yer almaktadır.  Bu ad, ibadet edenlerin dağı, diyarı anlamında kullanılır. Bu bölgenin yüzölçümü 10.000 Km2'den fazladır.
 
         İlçemizin ismi ve ilk kuruluşu konusunda, değişik görüşler bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre, İlçenin adı bir çok değişimlerden sonra Farsça, Arapça ve Süryanice karışımından meydana gelmiş "AYNA" anlamına gelmektedir.
 
       Başka bir rivayete göre de Midyat, Mağaralar Kenti anlamına gelen " MATİATE" kelimesinden ismini almıştır. Bu görüşü ileri sürenler, "MATİATE" isminin Asur yazıtlarında M.Ö. 9.Yüzyılda geçtiğini ifade etmektedirler. Bu görüşe paralel olarak Midyat'ta ilk yerleşim yerinin mağaralar olduğunu gösteren "Elath" mevkiinin (Midyat'a 3 Km. uzaklıkta ve Acırlı Beldesi yakınında bulunan Ziyaret-Mesire Yeri) Romalılar döneminden günümüze kadar geldiği söylenmektedir.
Mor Yakup Kilisesi
           
       1973 Mardin İl yıllığında İlçenin tarihçesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır: Orta Asya'dan göçüp Anadolu'ya gelen Eti Türkleri, Mezopotamya dediğimiz Dicle ve Fırat Nehirleri arasında yer alan  ve verimli topraklara sahip olan bölgeye yerleşmişlerdir. ( M.Ö. 2000 yıllarında ) Bölgeden geçişleri sırasında Midyat'ı  büyük bir mağara şehri halinde kurup, hayvanlarını da burada barındırmışlardır. Midyat'ın altındaki mağaralar o devirlerde barınak olarak kullanılmışlardır. Bu mağaraların birbirleri ile bağlantıları vardır. Daha sonraları bu bölgeye Orta Asya  Türklerinin öncü göçebeleri olan Komuk Türkleri gelip yerleşir.

            Bölgeye gelip yerleşen Komuklar, asırlarca Asurilerle savaşmışlardır. Bu dönemlerde Asurilerin birkaç defa bölgeyi ele geçirdiği görülmektedir. Ancak bu istilaları pek uzun sürmez ve her defasında çekilmek zorunda kalmışlardır. Nitekim Asur Hükümdarı Tıglatninip zamanında Komuklar, tamamen duruma hakim olmuşlardır. M.Ö. 500-100 yılları arasında bölge, değişik kavimlerin istilasına uğramıştır. Makedonyalılar, Persler, Romalılar bu bölgede hüküm sürmüşlerdir. Midyat' ın asıl meskun hale gelişi veya bölge olarak kuruluşu Selefkuslar devrine rastlamaktadır (M.Ö.180 Yılları).
Meryemana Kilisesi
         M.S. V. yy kadar Hıristiyanlık bölgeye hakim olmuştur. VI. asırdan sonra, İslamiyet' in yayılışı ile birlikte Arap akınları başlamış ve VII. yüzyılda Halit B. Velid orduları bölgeyi fethetmişlerdir. Abbasiler döneminde bölgede imar ve kalkınma hareketleri görülmüştür. Midyat köylerinin ekserisi Harun El Reşit döneminde kurulmuştur. Harun El Reşit'in oğlu Memun'un Türk-Arap karışımı olarak kurduğu büyük bir ordu Cizre-Mardin eski patika yolu boyunca yüz karakola yerleştirilmiştir. Mahalmiler böyle doğmuşlardır. Midyat ve çevresindeki köylere verilen "MAHALMİ" adı buradan gelmektedir. Mahalmi; yüz mahalle, yüz yer, yüz ordugah anlamına gelir ve bugün de Cizre'den Mardin'e kadar eski patika yolu, özellikle eski Bağdat yolu üzerindeki ( bu kervan yolu üzerindeki) bu köyler, Türkçe, Süryanice ve ağırlıklı olarak Arapça karışımı Mahalmice diye tabir edilen bir dili konuşur. Bu köyler: Söğütlü, Şenköy, Acırlı, Çavuşlu, Sarıkaya, Gelinkaya, Düzgeçit, Ovabaşı, Ziyaret, Estel Kesimi, Yolbaşı, Sarıköy, Düzova, Yayvantepe, Eğlence, Pelitli'dir.
           Mahalmice konuşan bu köylerimizin sakinleri konusunda başka görüşler de vardır. Bir görüşe göre bunlar, Necef Çölünde yaşayan cengaver ve savaşçı Benihilal kabilelerinden. Büyük bir kısmının Orta Asyalı Türklerden olduğu da rivayet edilir. Cizre ile Mardin arasında Midyat bölgesinde yerleştirmekle Bizans'a karşı hem savunma hem de futuhat politikası takip etmiş olan Memun, Estel Camii'ni ve Derizbin (Acırlı) Camii'ni inşa ettirmiştir.
         
         Prof. H. Hollerweger' e göre, Mardin'in doğusuna ve Midyat'ın batısına düşen Mhalmoye'nin bir çok büyük köyü, 1209 yılından önce Hıristiyanlıktan İslamiyet'e geçmişlerdir.
 
        XI. yüzyılda Artuk Devleti genişleyerek, batıda Halep, doğuda Musul ve Bitlis, Kuzeyde Harput (Elazığ), güneyde Darzuru içine alır.İşte Midyat da, bu dönemde Mardin, Hasankeyf ve Musul eyaletleri arasında irtibat vazifesi gören bir bölge olarak en parlak devirlerinden birini yaşamıştır. Bu tarihte bölgenin merkezi Derizbin ( Acırlı ) köyüdür. Derizbin beyleri Artukoğullarına bağlı yarı müstakil bir beylik olarak hüküm sürüyorlardı. Mervaniler ve Eyyübiler'den sonra Midyat 1535 yılında Bıyıklı Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirilmiştir. 1838 yılında Diyarbakır Valisi Ali Paşa tarafından ziyaret edilen Midyat'ta, bir redif taburu teşkil edilir.
         1810 yılında ilçe olan Midyat, 1915'te Cevat Paşa tarafından  imar görülmüştür. Askeri Kışla, Cevat  Paşa Camii ve Ulu Camii bu dönemde inşa edilmiştir.
 
 Tarihte Mardin
  Mardin'in esas adı, bazı tarihi kaynaklara göre "Merdin" olarak  geçmektedir.Bu tarihi şehir Mardin Eşiği adı verilen kenar kıvrımlar kabarıntısının güney kanadında, geriden çok sarp  dikenliklerle çevrili bir yamaçta, ortalama 1300 metre yükseklikte  kurulmuştur.
 

            Huriler İ.Ö. XXX. yüzyılda yöreye gelip yerleşmişler. Hurriler' den sonra Mitanni halkı, onların ardından da Asurlular'ın yönetimine geçen Mardin ve yöresi İ.Ö. IV.yy..'nın ikinci yarısında başlayarak Pers Kralı Keyhüsrev II.'nin İ.Ö. 331'den İskender &8216;in , onun ölümü üzerine de komutanlarından Seleukos'un egemenliği altına girmiştir.
            İ.Ö. II.yy.. yarısından başlayan karışıklıklar sırasında Arami halkı, Abgar Beyliğini kurdu. Aynı yüzyılın sonlarına doğru Mardin, Romalılar ile Sasaniler arasındaki bir çok çatışmaya sahne oldu.  İ.S. 640' ta Hz. Ömer'in halifeliği sırasında İlyas B. Ganem adlı Arap komutanının emrindeki bir ordu, Mardin'i alarak Rum idaresine son vermiştir. Böylece Mardin ve ahalisi Müslüman Araplara geçmiştir. M.S. 692 yılında Abdulmelik zamanında Mardin, Emeviler'in eline geçer.  640'ta Araplar tarafından ele geçirilen kent XI. Yuzyılın sonlarında Selçuklu Devletine katılmıştır.
            Yavuz Sultan Selim döneminde Mardin, Osmanlıların hakimiyetine girmiştir. Osmanlı döneminde, Diyarbakır Eyaletine bağlı bir sancak idi. Mardin o dönemde kentin toplam nüfusu 43 binin üzerinde 24.000  kadarı Müslüman, geri kalanı Süryani, Yakubi, Nesturi, Keldani ve Yahudi idi.  1920 yılının başlarında Fransızlar Mardin'i denetimleri altına almayı deneselerde başarı sağlayamadılar.

  Mardin şehri, Sümerler,  Persler, Romalılar,  Bizans ve Türk-İslam Devletlerinin zaman zaman hakimiyetlerine bağlı hükümlerle idare edilmiştir.
    
Ulucami Mahallesinde bulunan Camii Kebir  M.S. 1176' da yaptırılmış. Zenciriye Medresesi ( M.S. 1385) Artukoğullarından günümüze kadar kalmıştır. Süryani Cemaatinin önemli bir mabedi olan Deyrulzafaran ise 1600 yıllık bir tarihe sahiptir. M.S. V. Asırda Arami ırkına mensup Süryaniler tarafından yapılmış olan bu Manastır, 1932 yılına kadar Süryani Kadim Cemaati' nin Patriklik Merkezi konumunda idi. 

                                                                         Kaynak:Midyat.gov.tr


16 Şubat 2010 Salı

Mezopotamya’nın simgesel dili: Dövme

Mezopotamya’nın simgesel dili: Dövme

Mitolojik mantık gereği, görünür görünmez her olgunun bir benzeri, bir eşi vardır. Bu yüzden masal, efsane ve mitolojiler mitolojik şifrelerle doludur. Soyut düşünceye erken ulaşmış Mezopotamya uygarlık merkezindeki motifler çoğunlukla simgeseldir. Göz deseni nazardan korunmayı, bolluk ve bereketi; yıldız mutluluğu; hayat ağacı figürü, yaşamı; kuş motifi yaşamı ve ruhu simgeler.“

Vücuda dövme yaptırma geleneği tüm Asya, Mezopotamya, Anadolu, Arabistan, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’da insanlığın karanlık dönemlerine kadar uzayan bir tarihi geçmişe sahiptir. Şamanizm, Paganizm, Animizm, Sabilik, Taoizm, Budizm, Manihaizm ve Zerdüştlük inançlarının derin izlerini taşır içinde dövmeler. Birer kutsal kitap sayfası, birer mitolojik öyküdür dövme motiflerinin, sembollerinin her biri aslında.
Semboller de tıpkı mitolojiler gibi evrensel ölçekte aynı özellikleri gösterirler. Gerçek ile hayal arasındaki bağlantıyı oluştururlar semboller. Etnik topluluklar, diller, inançlar, yaşam biçimleri farklı olsa da kullanılan sembollerin dili ortaktır. Dünyanın tüm bölgelerinde dövmenin aşağı yukarı benzer nedenlerle yapıldığını, benzer geometrik şekillerin kullanıldığını görmek mümkündür. Sadece yapılış tekniği, dövme yapımında kullanılan malzemelerin farklı oluşu ve dövmenin vücutta uygulandığı yer bakımından birbirlerinden farklılıklar gösterdikleri görülür. Mitolojik mantık gereği, görünür görünmez her olgunun bir benzeri, bir eşi vardır. Bu yüzden masal, efsane ve mitolojiler mitolojik şifrelerle doludur. Soyut düşünceye erken ulaşmış Mezopotamya uygarlık merkezindeki motifler çoğunlukla simgeseldir. Göz deseni nazardan korunmayı, bolluk ve bereketi; yıldız mutluluğu; hayat ağacı figürü, yaşamı; kuş motifi yaşamı ve ruhu simgeler.


Dövmenin Yapılışı:

Kendi uygarlıklarının henüz başlangıç aşamalarını yaşayan bu özgün topluluklarda dövme yapma işlevi törensel bir nitelik taşır. Dövme yapıcıları, olağanüstü güçlerle teması olan büyüsel güçlere sahip kimselerdir. Dövmeyi yapan kişi bir takım dinsel ve sihirsel ritüelleri (Ayin) yerine getirmek zorundadır. İdare lambası, çıra, ekmek sacı gibi araçlardan elde edilen ‘is’in içine ‘kız çocuğu sahibi annenin sütü’ ve ‘hayvanların öd keseciğinden elde edilen zehir’ karıştırılarak elde edilen karışım, bir çubuk vasıtasıyla oluşturulmak istenen şekil bedene çizilir. Sonra dikiş iğnesiyle dövmek suretiyle bu karışım derinin altına işlenir. Bu dövme kalıcıdır ve ölünceye kadar da çıkmaz.
Dövme işleminde kullanılan iğnelerin sayısı birli, üçlü, beşli, yedili ve dokuzlu gibi kutsal tekli sayılara denk düşecek şekilde kullanılır. Kız çocuğu sahibi annenin sütünün dövmede kullanılışı, uğur, annenin hayır duası şeklinde ifade edilse de Ana Tanrıça’nın ruhunun dövmeyi taşıyana aktarılması ve doğurganlığın işlenmesi olarak belirlemek daha doğru olacaktır.
Dövme sanatının adı Kürtçe'de 'Dak', Arapça'da 'Neşh', 'Veşm', Türkçe'de dövme olarak bilinmektedir. Dövme işini yapan kadınlara 'Dekkake', dövme yaptıran kadınlara da 'Medkuke', dövme yapan erkeklere 'Dakkak' yaptıran erkeklere ise 'Medkuk' denilmektedir. Dövme yaptırma kadınlar arasında yaygın olduğu için dövme yapımı da genellikle kadınlarca bilinmekte ve yapılmaktadır.


Dövme yapmanın nedenleri;

Yukarı Mezopotamya bölgesinin Urfa, Mardin, Diyarbakır sahalarında yaptığımız araştırmalarda dövmenin şu nedenlere dayalı olarak yapıldığı tespit edilmiştir:
Kötü güçlerden korunma şansı sağlama:
Kötü güçlerin kendisine zarar vermesini engellemek, üzerine gelen uğursuzluğu savmak, şanssızlıktan kurtulmak; yılan, akrep gibi zehirli hayvanların ve yırtıcıların kendine ve ailesine, sevdiklerine zarar vermesini engellemek için bu canlıları temsil eden figürleri bedenine işlemek; kötü güçlerin yol açtığını düşündükleri çocuk ölümlerine karşı çocuklara dövme yaptırmak, döl tutmak, soyunun devamını sağlamak, ektiği ürünün bereketli olmasını sağlamak, pişirdiği yiyeceklerin güzel ve bereketli olmasını sağlamak. Şakaklara ve göz kenarlarına yapılan dövmelerin baş ve göz ağrısına iyi geldiğine inanılmaktadır. Kollara, bileklere ve el üstüne yapılan dövmelerin el ve kolların uyuşmasını engellediği, yel ve siyatik gibi hastalıkları iyileştirdiği düşünülmektedir.

Aidiyet, soyluluk ve aşiret sembolü:

Her aşiretin kendine mahsus dövmeleri vardır. Bu dövmelerin bedende işlendiği yerler ve figürler aşiretten aşirete göre değişir. Aşiret dövmesi taşımak hem aşirete bağlılığı hem de kendini güvende hissetmeyi sağlar. Hem de soyluluk işareti olarak taşınır. Bunlar dışında aşirete ait dövme taşımanın günlük pratik yararları da mevcuttur. Savaşlarda ölen veya yaralı düşen birinin, kaybolan birinin, hırsızlık ve benzeri kötü bir iş yapan birinin hangi aşiretten olduğu dövmesinden tespit edilebilir.

Bugün bedenlerinde dövme taşıyanların yaşı bazı istisnalar hariç kırk yaşın altına düşmemektedir. Artık dövme yapıcılarına da rastlamak pek mümkün değildir. Dövme yapıcılardan yaşayanlar da artık bu işi yapmamaktadırlar.


İLHAN BAKIR

Bilge ve Öğrencisi



Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin
seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip
iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç
para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan
sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.
İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar .
Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir;
sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği
nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der"benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna
bir on lira veririm."
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce
yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden
buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira
istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm."
Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya
başlar:
"Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim."
Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini
istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi
karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki
nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer
tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her
şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından
geçen macerasını anlatır.
Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"
Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum,
kafam karmakarışık" diye cevap verir.
Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini
bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden
kuyumcular mutlaka vardır.
Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Kaos Teorisi



KAOS TEORISI

Kaos, aslında, matematiğin bir teoremi olarak ortaya çıkıyor fakat getirdiği yeni anlayış, yirmibirinci yüzyılın düşünce sistemini kökünden etkileyeceğe benziyor. Kaos aslında birbiri ile az çok alakalı gibi gözüken fakat birbirlerinin ayrılmaz birer parçası olan birkaç düşüncenin birleşiminden oluşmaktadır. 1)Matematikteki kaos teoremi 2)kelebek etkisi 3)Fraktal geometri Bütün bu üçünün ve burada saymadığım bunlara bağlı olguların hepsini kapsayan düşünce sistemine Kaos deniyor. Bizim olayları düzenli ya da düzensiz olarak algılamamız, bizim insan beynimizin bir soyutlamasından ibarettir, oysa düzenli diye düzensiz diye birşey yok sadece kaotik var. 1) KAOS TEOREMİ: Kaos bazen günlük hayatta buzdağının görünen kısmı gibi bize sadece burnunun ucunu gösterir. Örneğin musluktan akan su bazen düzenli damlasa da bazen düzensiz biçimde damlar. kalbimiz çoğu zaman düzenli atsa da bazan çarpıntı yapar. Sigara dumanı belli bir yere kadar düzdün yükseliyor gibi gözükse de bir anda kırılmaya ve çalkalanmaya başlar. Borsada, önemli iç ve dış siyası olaylar olmadığı zamanlar bile düzensiz gibi gözüken sürekli bir dalgalanma vardır. Kaos teoremi, böyle günlük yaşamda tanımlanabilen kaotik olayların arkasında yatan dinamikler olduğunu ve bunların Lineer olmayan (nonlineer) denklem sistemleri ile beli bir yere kadar tahmin edilebileceğini savunan matematiğin teoremidir (Belli bir yere kadar diyorum çünkü Kelebek etkisi yüzünden sürekli hesaplamaların imkansızlığı ortaya çıkıyor). Bu non lineer denklem sistemleri grafiğe döküldüğü zaman "atraktör" adı verilen şekiller ortaya çıkmaktadır. ATRAKTÖR Ufaltılmış ön izleme resmi Matematikteki kaos teoremi sayesinde kaotik birçok sistemlerin arkasında yatan düzen bulunmuştur birçoğu ise bulunmak üzeredir. Örneğin kaos teoremi sayesinde borsada para kazanalar vardır. hatırlayacaksınız "BANKA" isimli filmde bu konu işleniyordu. 2) KELEBEK ETKİSİ: Bir kelebek Çinde kanat çırpsa, kaliforniada kasırgaya sebep olabilir. Meteorolog Ed LOrenz tarafından, meteoroloji bilgisayarına verilerin küsuratlarının yanlış girilmesi sonucu babmaşka sonuçların ortaya çıkması yüzünden keşfediliyor. Hesaplanamayan her veri, her küsurat bir sonraki adımda katlanarak üst üste binecektir bu ise çok kısa süre sonra sistemi tahmin edilemez kılacaktır. Buna kaos dilinde "başlangıç koşullarına hassas bağlılık" deniyor. Kelebek etkisi determinizmini kökünden yıkmıştır, determinizmin adeta sonu olmuştur. Determinizm: Her hareketin hesaplanabnilen ve önceden tahmin edilebilen bir sonuç doğuracağı inanışına determinizm deniyor. Bu felsefi düşünce binlerce yıl önce eski yunanda ortaya çıktı ve 16. yy dan beri de bilimin bir parçası oldu. Sir Isaac Newton, modern bilimde determinizmin savunucularına en belirgin örnektir. Newton un öğretilerinin özünde determinizm yatar çünkü meydana gelen her olay, tümüyle olayın öncesinde ne olduğuna bağlı olmayı gerektirir. mesela bir örnek verecek olursak bir cisim belli bir yükseklikten yere atıldığı zaman yere ne zaman düşeceğini hesaplamak deterministik bir yaklaşımdır. determinizm sayesinde Aya gidilmiştir, Uydular yörüngelerine oturtulmaktadır. Ama uzun vadede determinizme bel bağlamamak gerekir. Kelebek etkisi yüzünden gelecek hiçbir zaman hesaplanamaz. Teorik olarak evrendeki her parametreyi hesaplayacak ve geleceği tahmin edecek bir bilgisayar yapılsa, her zaman için kesinlikle ihmal edilecek veriler olacaktır, bırakın ihmal edilecek verileri, bu bilgisayarın kendi kullandığı enerji ve bu hesaplamaları yaparken ortaya çıkacak enerji değişimleri bile geleceği tahmin etmeyi imkansız kılıyor. "O golü de atmış olsaydık,kaçırmasaydık şimdiye iki sıfır galiptik..." Futboldan hiç anlamam ama böyle bir şeyin kelebek etkisi yüzünden mümkün olamayacağını söyleyebilirim. Zira o ilk gol atılsa idi, o andan itibaren bütün olayların gidişatı değişeceği için belki de malup bile olunabilirdi. Hatırlayacaksınız birinci madededeki kaos teoremi deterministik bir yaklaşımdır.Nasıl oluyor diyeceksiniz hem kendisi deterministik oluyor aynı zamanda determinizmi çürütüyor. İŞte olayın özünde yatan düşüncelerden birisi de budur. Kaosçular bunu bir çelişki olarak görmüyorlar. 3) FRAKTAL GEOMETRİ: Fraktal geometriden daha önce bahsedildiği için uzun uzun bu konuya girmeyeceğim. Bahsettiğimiz bu yeni anlayış, yeni bir geometri anlayışını da beraberinde getirmiştir. Doğaya baktığımız saman düz çizgiler, düz sınırlar yoktur, ölçek ne kadar küçültülürde küçültülsün sürekli kendini tekrarlayan bir yapı vardır. Fraktal geometri Benoit Mandelbrot tarafından ortaya atılmıştır. Kıyıların uzunluğu fraktal geometri tarafından hesaplanır. Galaksi kümeleri de fraktal geometriye örnektir. Ayrıca hiçbir zaman birbirinin aynısı olmayan kar taneleri de tamamen fraktal geometri çerçevesinde oluşur. (Arkadaşlar, yanlışım varsa düzeltmeye ya da eleştirilmeye açık olduğumu belirtmek isterim) Alıntı:Kaotika

Amazon Kadınları ( Efsanesi )



AMAZON KADINLARI ( EFSANESI )

Eski Yunanlılar, bütün savaşçıları kadın olan uzak diyârlardaki bir ülkeye ilişkin öyküler anlatır, bu ülkedeki kadınlara da "Amazon" (Yunanca Aμαζόνες) derlerdi. [1]


Amazonların gerçekten yaşayıp yaşamadıklarına dair belirsizliğin bir dayanak noktası vardır. O da Amazonların ataları olan Sarmatyalılardaki kadın savaşçıların gerçekten var olduğudur. Bir efsane bile olsa Amazonların dayandığı temel gerçeklik burasıdır. Bu gerçeklik arkeolojik kazılardan da anlaşılmaktadır. Özellikle Sarmatya kadın mezarlarında %25 oranında silahlar çıkmaktadır. Bu durum Sarmatyalılardan sonra İskitler'de de görülmüştür. [2]

Erkekleri olmayan ve eskiden hükmettikleri insanlar tarafından esir edilmenin aşağılayıcılığına katlanmayı reddeden kadınlar Meotis Gölü (Azak Denizi) bölgesinde tamamen kadınlardan oluşan bir devlet kurdular. Biri devlet işlerini biri de orduyu yönetecek iki kraliçe seçtiler. Güçlü bir ordu oluşturduktan sonra savaşçılıklarını denemek üzere savunmayı bırakıp saldırıya geçtiler. Buna rağmen başarılı olmaktan uzaktılar; nüfuslarının artmaması onlar için bir dezavantajdı. Yeni kazandıkları özgürlükle evliliğin kölelik olduğuna inandıkları halde soylarının tükenmesi tehlikesi, yakın topluluklarla anlaşma yapmalarını gerektirdi. Bu geçici birlikteliklerden doğan erkek bebekler babalarına geri verildi; kızlarsa yaya ve at üzerinde dövüşebilmek üzere çocukluktan itibaren eğitim gördüler. [3]

Amazonlardan ilk söz eden kaynak, Homeros'tur.[1] Herodot'a göre Amazonlar Sarmatia'nın Scythia ile sınır bölgesinde yaşamışlardır. [2] "Erkek gibi Amazonlar"ın savaşlarını anlatır. [1] Yine Heredot'a göre Herodot'a göre Sarmatyalılar, Amazonlar ve İskitlerin atalarıdır. [2] Sarmatyalılarda kadınlar sık sık erkeklerle beraber ava çıkar, savaşta yer alırlardı. Ona göre savaşta bir adam öldürmeyen kadın evlenemezdi. Ayrıca bir çok başka kaynakta da Amazonlar'ın izlerini bulmak olasıdır.[1]

Hipokrat, Amazonları sağ göğüsleri olmayanlar olarak anlatır. Ona göre kız çocuklarına yapılan ve sıcak bronz bir metalle gerçekleştirilen operasyonla sağ göğüsün büyümesi engellenerek sağ omuz ve kolun gelişmesi sağlanırdı.

Sezar, yaptığı bir konuşmada Senatoya Semiramiş ve Amazonlarının Önasya'da yaptığı fetihleri anlatır. Ayrıca Pompeius Trogus, Amazonların vatanı olarak Kapadokya'yı gösterecektir. Çeşitli Romalı tarihçiye göre Amazonların yaşadıkları yerler arasında farklılıklar vardır; Philostratus'a göre Toros Dağlarında, Ammianus'a göre Tanais'te, Procopius'a göre ise Kafkaslarda yaşamışlardır. Aurelianus esir alınan Got kadınlarını Amazonlar olarak adlandırdığı için bazen Amazonların vatanı olarak Baltık bölgesi bile belirtilmektedir.

Avrupa'da Rönesans zamanında Amazonlar ilgi kaynağı olmayı sürdürmüştür. Francisco de Orellana 1542 yılında ulaştığı ırmağa, buradaki yerli kadın savaşçılara atfen Portekizce Amazonas ismini vermiştir. Kristof Kolomb ve William Raleigh gibi dönemin ünlü denizcileri de Amazon savaşçılarını anlatırlar.

Günümüzde amazon ismi genel olarak kadın savaşçı ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Çeşitli çizgi roman, film, televizyon dizisi ve bilgisayar oyunlarında Amazon imgesi sıklıkla işlenmiş ve kadın kahramanlar, Amazonlardan esinlenilmiştir. Bunların arasında televizyon dizisi olarak ülkemizde de gösterilen Xena (Zeyna) – Savaşçı Prenses sayılabilir.[2] (Alttaki resim)

Zeyna, Zeyna, Savaşçı Prenses, Amazon, Amazons, Amazonlar
Kelimenin Kökeni

Amazon kelimesi muhtemelen Farsça, savaşçılar anlamına gelen "ha-mazan" kelimesinde türetilmiştir. Klasik Yunanca'da etimolojik olarak mazos göğüssüz anlamındadır. Yaygın inanışa göre Amazonların rahat yay ve mızrak kullanabilmek için sağ göğüslerini kestikleri veya yaktıkları söylenir. Dönemsel sanat eserlerinde buna dair bir delil bulunmamaktadır. Amazonlar iki göğüsleri de mevcut olarak resmedilmiştir, sağ göğüs ise çoğunlukla kapalıdır.[2]

Amazons Together
Mitolojide Amazonlar

Dilden dile, ağızdan ağıza aktarılarak zamanımıza dek ulaşan bir söylencedir Amazonlar söylencesi. İnsanı büyüleyen bu söylence gerçek midir? Amazonlar gerçekten yaşamışlar mıdır? Yoksa bütün bunlar bir düşün ürünü müdür? Söylencelerin halkların yaşantılarından kaynaklandığı, az-çok değişse de kabul edilen bir görüştür. Hele söz konusu olan, Amazonlar söylencesi ise... Çünkü Amazonların izlerine yalnızca destanlarda değil, coğrafyacı ve tarihçilerin kitaplarında da rastlanır. İlkçağ insanlarından kalan eserlerde Amazonlardan bir şeyler bulunur. Homeros onların Truva savaşlarına katıldığını yazar. Heredetos, Diodoros ve coğrafyacı Strabon onlardan söz ederler. Heracles ve Achilleus efsanelerinde de Amazonlar'dan bahsedilir. Sokrates ve Platon Amazonlar'ın Atina'ya saldırdıklarını bir gerçeklik olarak kabul ederler. Amazonların yaşadıkları söylenen bölgelerde, özellikle Anadolu ve Mora Yarımadasında, kabartma taş ve resim olarak, Amazonlar'ı temsil eden binlerce eser bulunmuştur.

Mitolojide Amazonlar, mitoloji kahramanlarına denk savaşçı kadınlardır. Savaş aletleri ok, yay, kargı ve "labrys" denilen, Anadolu'da özellikle Hititler'de, Karya'da ve Girit'te rastlanan iki ağızlı baltadır. Halikarnas Balıkçısına göre iki ağızlı balta Anadolu'nun simgesidir. Resim ve kabartmaların çoğunda Amazonların elinde hep bu balta bulunmaktadır.

Söylenceye göre Amazonlar Anadolu'da yaşamışlar ve birçok kent kurmuşlardır. Amazonlar'ın kurduğu kabul edilen kentler; Ephesos/Selçuk, Smyrna/İzmir, Kyme, Gryneion, Pitane, Ege bölgesindeki kentlere ilaveten Midilli adasındaki Mytilana, Marmara ve Karadeniz yörelerinde ki Myrleia, Sinope/Sinop'tur.Bunlara yine Ege bölgesindeki Elaia, Anaia, Latori kentlerinde de eklememiz gerekmektedir. Ephesos'ta ki Artemis tapınağı da Amazonlar tarafından başlatılmıştır. Ephesos'da ki kazılar savaşçı kadınlara ait, tanrıça Artemis'e hizmet eden heykelcikler de ele geçirilmiştir. George Thomson bunları inceleyerek yayınlayan Lethaby'nin "Hitit etkisinin belirgin izlerini gözlemlediğini, Gestang'ın da Amazonlar'dan bir Hitit tapınağı bağıntılı oldukları ve daha sonra ki Artemis tapımı bu tapımdan kaynaklandığı konusunda Lethaby 'ye katıldığını" kaydetmektedir.

Bu açıklamalardan sonra "Amazon" kelimesinin uzmanlar tarafından nasıl açıklandığını inceleyebiliriz. Birinci açıklamaya göre Amazonlar savaşta kendilerine engel olmaması için memelerinden birini veya her ikisini kestiklerinden "memesiz" anlamında "Amazoi" denilmiştir. Bu açıklama kanıtlarla uyum göstermiyor. Zira bütün kabartma ve resimlerde Amazonlar, iki memeli olarak gösterilmişlerdir. İkinci açıklamaya göre Ephesos'lu kadınlar savaş ve tarımla uğraşarak, bellerinde kuşaklarla (zonai), ekin biçtikleri (Amao) için bunlara Amazon denilmiştir.

Toplumsal yaşamda kadının etkinliği, ekonomik etkinliklerin kadınlar tarafından yerine getirilmesi, kadınların mutlak egemenliği, soy kütüğünün kadına göre belirlenmesi, Amazon söylencesinin önemli özelliklerindendir. Ancak bütün bunlar anaerkil toplumda zaten normal olan özelliklerdir. Amazon söylencesinin normalden ayrılan yönü, kadınların savaşçı olarak yetiştirilmeleri, savaşa bir asker gibi katılmaları, erkeklerin bu savaşta yer almamaları, kadınların savaşçılığının aynı zamanda saldırganlığa dönüşmesidir. Hem kendilerinin kurdukları yerleşim bölgelerinde bulunan heykel, resim ve kabartmalar, hem de komşu halkların eserleri Amazonlar'ı savaşçı niteliklerine uygun tasvir etmişlerdir. Amazonlarda ki savaşçı nitelik o kadar baskındır ki Bilge Umar, Amazonların "tarım yapmayan, yaşamı at sırtında avcılık ve savaşla geçen bir kadınlar ulusu" olduğu görüşündedir. Bu nedenle Amazonlara takılacak adın savaşçı özelliklerine uygun bir ad olması akla uygun görülmektedir. Kaldı ki bu açıklama Amazonlar'ın konuştuğu varsayılacak bir dile göre yapılan bir açıklama da değildir.

Konuyu tartışan uzmanlardan George Thomson; "Yunanlılar, Amaonları Kafkasya'ya doğru izlerken, Artemis'in Kafkasya kökenli olduğunu benimseyen bir geleneği izlemiş olabilir." biçiminde bir yaklaşım getirmektedir.

George Thomson bu görüşünde yalnız değildir. Bazı diğer uzmanlar da Amazonlar'ı Kafkasya ile ilişkili olarak açıklamaya çalışmaktadırlar. Kafkas kabilelerinde her türlü sosyo-ekonomik faaliyetleri kadınların yapmaları, Altın Post Efsanesi'nde altın postu aramaya giden Argonaut'ların Anadolu'nun kuzeydoğusunda Amazonlar'a rastlamaları, Amazonlar efsanesinde aynı bölgenin Amazonlar'ın ana yurdu olarak gösterilmesi, Amazonlar'ın başkenti olarak gösterilen Themiskyra'nın aynı bölgede olması, Amazonlar'ın ay tanrıçası ile olan ilişkileri, Amazon adıyla Kafkas dillerinden birinde "ay" anlamına gelen "maze" kelimesi arasında ki benzerlik gibi nedenler, uzmanları böyle düşünmeye yöneltmiştir.

Kas-Adığe dilinde ay anlamına gelen "maze" kelimesi ile Amazon kelimesi arasında ki benzerlik ortadadır. "maze" kelimesinin sonuna "on" eki getirildiğinde Amazon kelimesine çok benzeyen "mazeon, mazon" kelimesi oluşur. Ancak article bulunmayan bu dilde nasıl olmuştur da "a" eki gelmiştir? Yine bu dilde Amazon adlarının, Amazonların kurdukları şehirlerin, Amazon tanrıçası Artemis'in adları da açıklanamamaktadır. Bu nedenlerle bu açıklamada genel kabul gören bir açıklama olarak kabul edilmemektedir.

Genel kabul görmemekle birlikte bu açıklamayla gerçeğe çok yaklaşıldığını, bazı gerçekçi tespitlerin yapıldığını, kabul etmemizi gerektiren veriler bulunmaktadır. Anadolu ile Kafkasya arasında ki ilişkilere dikkat çeken uzmanlar çoktur. Server Tanilli üç bin yıllarında ki Anadolu-Hatti kabilelerinin dilleri ile Kafkasya dillerinin benzediğini, Hattiler'in maddi kültürü ile bu çağ Kafkasya kültürlerinin de "çok noktada birbirlerine benzediğini" kaydetmektedir. Şemseddin Günaltay, Proto-Hatti'ler, Luviler, Hurriler ve Kafkasların Hazar Denizi ötelerinden "aynı zamanda batıya göçen gruplar" olduğunu belirtmektedir. Hrozny de Hititlerin Kafkaslardan gelmiş olmasını, diğer görüşlerle karşılaştırarak, "nispeten daha çok pozitif bir görüş" şeklinde değerlendirilmektedir.

Bu nedenlerle yukarıdaki açıklamada ki eksikliği Kas dillerine yönelmesine değil bunu eksik bırakmasında, Kas dillerinin hepsini incelememesinde görüyor, Kas-Abhaz diliyle daha tam ve doğru bir açıklamanın yapılabileceğini düşünüyoruz. Çünkü ilkçağlarda, 200'li yıllarda, Amazonların tarih sahnesine çıktığı dönemde, Amazonların kurduğu söylenen İzmir kenti civarında kurulan devletin adı Aşuva'dır. Lidyalılar'ın da atası olan Aşuva'lar, Kas-Abhazların bir koludur. Halen Anadolu'da ve Kafkasya'da kendilerine "Aşuva" diyen insanlar yaşamaktadır.

Bu çalışmanın sınırlarını aşacağından Aşuvalar'ın nereden gelmiş olabilecekleri, Hitit'lere, Misyalılar'la, Karyalılar'la ve kendi torunları olan Lidyalılar'la ilişkileri, dilleri, uygarlıkları konularında bir şey söylemiyoruz. Ancak Hititlerin de aynı tarihi dönem de Anadolu'da göründüklerini, Lidya, Misya ve Karyalılar'ın kendilerine akraba olarak kabul ettiklerini, konumuzla ilgili gördüğümüzden belirtmek istiyoruz. Kas-Abhaz (Aşuva) dilinde "mzı" ay anlamına gelmektedir. Article olan "a" ile birlikte "A mzı, Amzı" biçiminde hala kullanılır. Ay adının "mis, mıs" biçiminde kullanıldığı da olur. Bazı şahıs isimlerinde halen bu şekilde kullanılır: Dinamis, Feramis, Ramis vb... olduğu gibi. Anlaşılabileceği gibi çeşitli Abhaz lehçelerinde tarih boyunca bu sözcüğün "mız", "mıs", "mus" biçiminde kullanıldığı sonucuna varmak mümkündür.

Amazonların kendilerini "ayın kızları" olarak gördüklerini, ana tanrıça Kybele ve Artemis'in hizmetkarı olarak kabul ettiklerini biliyoruz. Bu nedenle kendilerine kendi dillerinde "Amız" yada "Amıs" adını taktılar. Latinler de onlara "Amız /on" dediler. Bu terim "Amazon" biçimine dönüşerek tarihe mal oldu.

O çağda ki Samsun kentinin adı da aynı dilde "Amıs" dır. Yunan etkisiyle "Amısos" biçimine dönüşmüştür. Amazonların başkenti olarak kabul edilen "Themiskyra" da bu bölgededir. Aynı şekilde Karya'da da "Amız" adında bir kent bulunmaktaydı. Bu kent daha sonraları Amızon şeklinde anılmaya başlanmıştır. Bazı kaynaklarda Aşuva içerisinde, bazılarında Aşuva'nın kuzeyinde gösterilen aynı çağ Ege Bölgesi devletlerinden birinin adı da "Misya" dır. Amazonlar tanrıçasının adı da Artemis.Bütün bu sözcüklerde ki "mis" yani "ay" sözcüğü dikkat çekicidir.

Konumuzu daha iyi açıklamak için Amazonlar'ın anaerkil bir yapının ürünü olabileceği biçimindeki yaygın görüşü de incelemek istiyoruz. Bu çağ Anadolu devletlerinin çoğunda anaerkil bir yapının devam ettiğini görüyoruz. Asuva, devamı olan Lidya ve Etrüskler, Misya, Karya, Likya anaerkil devletlerdir. Hititler de ise ataerkil bir yapı vardır. Daha doğrusu soy ana yanlı değildir Hititlerde.

İhtimal ki Hititler, Anadolu'ya gelmeden önce böyle bir evrim geçirmişlerdir. Hititlerde ki bu yapının "bağımlı, vasal" hale getirdikleri diğer devletleri etkilemeyeceği düşünülemez. Güçlü bir ihtimalle Hititlerde ki ataerkil yapıdan etkilenen vasal devletlerden birindeki erkekler, anaerkil yapıyı sonlandırmak istediler. Efsanenin içeriğinde bu görüşümüzü besleyen birçok öğe bulunmaktadır.

İki binli yıllarda Hititlerin Anadolu'ya gelmesiyle Anadolu'da bulunan Hatti gruplar, (Asuva, Likya, Karya ve Misyalılar) Hititlerin baskısıyla daha batıya göçtüler. Bu halklar zamanla Hititlerle ilişkileri gelişerek, Hititlere bağımlı duruma düştüler. Esasen bir kısmı da göçmeyip yurtlarında kalmışlardı ve göç edenlerle de ilişkileri devam ediyordu. Hititlerle olan ilişkilerinden etkilenen bu halklar, diğer şartlar tam olgunlaşmadan kendi topraklarında ki anaerkil yapıyı yıkmak istediler. Ve işte o zaman egemen durumda bulunan kadınların sert tepkisiyle karşılaştılar. Kadınlar onları yenerek erkeklerin o zamana kadar üstlendikleri savaşa katılma, avcılık ve toplumu savunma görevlerini de kendileri üstlendiler. Erkekleri toplumsal iş bölümünde daha geri bir konuma ittiler. Egemenliklerini pekiştirdiler. Böylelikle kadın savaşçılar kendi ülkelerine saldıran halklara karşı ülkelerini savundular. Gerektiğinde komşu ülkelere de saldırdılar. Komşu ülkelerin halkları onları bu şekilde tanıyıp gördüler. Bu durum onların dinlerini, inançlarını da etkiledi. Böylece kızlar, ana tanrıçanın gerçek çocuğu oldular. Egemen kadınların gözünde öyle değerlendirildiler. Çünkü onlar dişiydiler. Bolluğun ve bereketin, üremenin, devem edip giden hayatın simgesiydiler. Böylece ana tanrıça, kızları, Amazonları simgeleyen, Artemis'i doğurdu.

Artemis kültü Amazonlarla birlikte gelişerek yayıldı. Amazonlar, Artemis'in gönüllü hizmetkârı oldular. Belki de o kültü taymak için savaşlar yaptılar. Ve tarihe bıraktılar adlarını. Halikarnas Balıkçısı'nın o güzel değimiyle "Efsanevi Yurttaşlarımız" ın, Amazonların gizi elbet birgün aydınlanacaktır. Kendi gizemi ile birlikte bir çok sırrı da aydınlatarak [3]
Amazonlar Hakkındaki Söylenceler

Amazonlar hakkında en geniş bilgiyi haklarında anlatılan öykülerden biliyoruz. Bir rivayete göre Libya'da, başkasına göreyse Kafkasya 'da ortaya çıkmıştı Amazonlar. Ne var ki öykülerin geçtiği asıl yer Anadolu 'dur. Anadolu Amazonlarının erken tarihi, neredeyse yaşadıkları söylenen bölgelerin tarihi kadar karanlıktır. Bir söylenceye göre soyları, zalimlikleri yüzünden tahttan indirilen iki İskit prensesi Scolopotus ve Hylinos ile başladı. Bu iki prenses, aileleri, takipçileri ve takipçilerinin aileleriyle birlikte yurtlarından ayrılarak Kafkasların eteklerinde bir devlet kurdular.Yeni bir ülke arayışındaki tüm göçebe kavimler gibi önceleri öldürdüler ve yağmaladılar. Fakat ele geçirilen halklar öç almak için gizlice silahlandılar. Bunu izleyen ayaklanmada İskit efendilerini yenmeyi başardılar. İskitlerin bütün erkekleri öldürüldü. İskitlerde savaş eğitimi kadın erkek ayrımı yapılmadan herkese verilirdi. Savaş eğitimi almış olan İskit kadınları kaçmayı başardılar. Peşlerinden gönderilmiş bir birliği de yenmeyi başarmış, takipçilerinden kurtulmuşlardı. [3]

Genç kabile, başlangıçta Don Nehri kıyısında yaşardı. Nehrin adı da ordu kraliçesi olan Lysippe 'nin oğlu Tanais 'ten gelir. Tanais savaşa olan tutkusu ve evliliğe değer vermeyişi yüzünden Afrodit 'i kızdırır ve annesine aşık olmakla cezalandırılır. Tanais, ensest ilişkiye girmektense kendisini nehre atıp boğar. Nehir o günden sonra onun adıyla anılır. Lysippe, Amazonları Anadolu'ya getiren kraliçedir. Onun zamanında Amazonlar Karadeniz'e geldi ve güney kıyısına yerleşmeye, krallıklarının batı sınırını belirlemek için ormanların arasında bir kent kurmaya karar verdiler. Bu kente kraliçelerinden birinin adını verdiler: Sinope. Hakimiyetlerini Kolkhis 'e (Eskiden Karadeniz 'le Kafkasya 'nın güneyi arasındaki bölgeye verilen ad) kadar genişlettiler. Bölgedeki dağlara Amazon dağları adı verildi.Amazon Dağları'ndaki derelerin birleşmesiyle oluşan geniş ve kısa bir nehir olan ve Karadeniz'e dökülen Thermodon Nehri 'nin ağzındaki güzel bir burnun üzerine başkentleri Themiserya'yı (bugünkü Terme) kurdular. [3]

Amazon savaşçılarının en mağrurları barışta kendilerini avlanmaya ve savaş talimlerine verirdi. Bununla birlikte Anadolu Amazonları'nın tarımla da uğraştıkları sanılıyor. Savaşçılar her yıl iki aylarını çocuk sahibi olmaya ayırırlardı.Yalnızca savaşta adam öldürenlerin çiftleşmesine izin vardı. Başarılı olan savaşçılar kendilerini komşuları Gargarianlar'dan ayıran dağa gider, bekarlıklarının özgürlüğünü simgeleyen kemerlerini çıkarırlardı. Bir Amazon hamile kaldığında eve dönerdi. Doğan kızlar Amazonlarla kalır, savaşçı olarak yetiştirilirlerdi. Oğlan çocuklar Gargarianlar'a geri verilirdi.

Gargarianlar'la geçirilen ya da tarımla uğraşılan birkaç ayın dışında Amazon ülkesi bir ordu devleti görünümündeydi. Ekonomik, politik ve sosyal yapılanmalar savaş temelliydi. Savaşa giden ordu, gençliklerinin en seçkin dönemindeki savaşçıları kapsardı. Bu savaşçıların ata binmedeki üstünlükleri anlatılırdı hep. Çıplak ata biner, çoğunlukla sadece yular kullanırlardı. Bir rivayete göre Anadolu 'ya biniciliği ilk onlar tanıtmıştı. Savaşlarda hızlı ve yenilmez olmalarını ata bu denli hakim olmalarına borçluydular. Bir Amazon daha küçük yaşta, erkeklerin egemen olduğu bir toplumla alay etmeyi öğrenirdi. Amazonların savaşçı yetenekleri üst düzeydeydi. Okçulukları çok başarılıydı. Kalkanlar ve zırhlar oklarına karşı korunmaya yetmiyordu. Kargılar ve “bigennis ”denilen çift ağızlı baltalarıyla savaşlarda çevrelerine dehşet saçarlardı. Darbelerden korunmak içinse ana tanrıçanın simgelerinden biri olan Ay biçimli kalkanlar kullanırlardı.

Amazonlar yüzyıllar boyunca Karadeniz 'deki üslerinden çok uzaklara akınlar düzenlediler. Kraliçeler, Efes ve Thiba gibi kentler kurdular. Üç kraliçe tarafından yönetilen (Marpesia, Lampado, Hippo) üç kabile batıda Trakya'ya, doğudaysa Suriye'ye yöneldi. Başkentleri Themiserya 'da savaş ganimetlerinin artmasıyla Artemis 'in ilkel bir versiyonu için tapınaklar inşa edildi ve onuruna festivaller düzenlendi.
Yunanlı coğrafyacı Strabon da Amazonlardan bahsedenler arasındadır:

"…Bazıları, isimleri Alazonlar, diğerleri Amazonlar olarak ve Alybe'den sözcüğünü Alope'den ya da Alobe'den şeklinde okuyarak ve Borysthens Irmağı ötesindeki İskitlere ‘Alazonlar' ve aynı zamanda ‘Kallipidler' ve daha başka isimler vererek –ki bu isimler Heredot, Hellanikos ve Eudoksos tarafından bize zorla kabul ettirilmiştir- ve Amazonları Kyme yakınında Mysia, Karia,ve Lidya arasına yerleştirmek suretiyle, ki bu, Kyme'li Ephoros 'un da fikridir, tarihi metni değiştirmişlerdir. Ephoros 'un bu görüşü, mantıksız olmayabilir; çünkü onlar vaktiyle Amazonlar tarafından, sonradan Aioller ve İyonlar tarafından yerleşilmiş olan ülkeyi kastetmiş olabilirler ve söylediğine göre isimlerini Amazonların vermiş olduğu belirli kentler vardır: Ephessos, Smyrna, Kyme ve Myrina gibi …"

Amazonların Anadolu'daki yaşantılarını, bize anlatanlardan ikisinin adı Halikarnas'la ilişkilidir. Bunlardan ilki, Halikarnas'lı Heredot'tur. Tarihin babası olarak anılan ve sonradan Strabon'un da Amazonlardan söz ederken atıfta bulunduğu Heredot, onların öyküsünden ilk bahsedenlerdendir:

"Amazonların, ki İskitler bunlara oirpata derler. Yunanca karşılığı, 'erkek öldürenler' demektir."

der yazdığı tarihte. Onlara savaş açan Yunanlılar, diye anlatır, Thermodon savaşını kazandıktan sonra canlı olarak yakaladıkları Amazonları üç gemiye doldurup denize açıldılar. Amazonlar açık denizde erkeklerin üzerine atılıp onları döve döve öldürdüler. Ama bir gemi nasıl yönetilir bilmiyorlardı, dümen nasıl tutulur, yelken nasıl kullanılır haberleri yoktu. Erkekleri öldürdükten sonra, rüzgârın ve dalganın önüne katılmışlar, Dik Bayır denen yere varmışlardı. Amazonlar burada karaya çıktılar,çevrede otlayan atlara rastlayınca bunların üzerine atladılar ve İskit topraklarını yağmalamaya başladılar. İskitler başlarına gelene bir anlam veremiyorlardı. Bunların ne dillerini anlıyor, ne giyinişlerini tanıyor, ne de kim olduklarını biliyorlardı. Amazonların saldırıları karşısında şaşırıp kalmışlardı; bunları genç ve zorlu erkekler sanıyorlardı. Savaş alanında kalan ölüleri görünce daha da şaşırdılar, bunlar genç erkekler değil, kadınlardı. Bir daha ne olursa olsun onları öldürmemeye karar verdiler. Bakacaklar, görünüşte bunlar kaç kişidir, aralarından o kadar sayıda genç delikanlı ayıracaklar, karşılarına onları çıkaracaklardı. Bu gençler kamplarını Amazonların kampının yanına kurup davranışlarını onlara göre ayarlayacaklardı.

Eğer kadınlar üstlerine yürürlerse savaşmayıp arayı biraz açmakla yetineceklerdi. Sonra onlar durunca bunlar da duracak ve kamplarına geri döneceklerdi. İskitler böyle düşünmüşlerdi; çünkü bu kadınlardan çocukları olsun istiyorlardı. Delikanlılar aldıkları emirleri yerine getirdiler. Amazonlar onların kendilerine zararları dokunmayacağını anladıklarında onlara aldırmaz oldular… Öğle vakti olunca Amazonlar birer ikişer çevreye dağılır, doğal gereksinimlerini karşılarlardı. Bunu gören İskitlerden birisi kızlardan biriyle birlikte oldu. Kız da buna karşı koymamıştı. Bunu izleyen günlerde İskit gençleriyle Amazonlar daha da yakınlaştılar; kamplarını birleştirip beraber yaşadılar. Amazonlar İskitlerin dilini konuşmaya başlayınca gençleri kendileriyle birlikte gelmeye ikna ettiler. Birlikte Tanais Nehri'ni geçip yeni topraklara yerleştiler.

Amazonlardan söz eden bir diğer isim de Halikarnas Balıkçısı'dır. Ege 'de bulunan birçok kentin Amazonlar tarafından kurulduğunu anlatır:

"Anadolu ana erkil bir sistemle idare edilirken büyük ana tanrıça Kybele'ye tapılırdı. Kibele bir ay tanrıçasıydı. Kızlığı, kadınlığı ve analığı temsil ettiği için doğan ay, dolunay ve azalan ay olarak gösterilirdi, yani üçlek bir yapıdaydı. Ana tanrıçanın birçok adı vardı. Bunlar arasında İzmir adının kökü bakımından ‘Marian', ‘Mirin', ‘Aymari ' ve ‘Mariyamne 'adları önemlidir. Bu adların sonuncusu Suriye'ye vardığında Meryem'e, batıya ulaştığındaysa Marian 'a dönüşür."

Şimdi gelelim eski bir efsaneye. Mirin adlı bir Amazon kraliçesi, Kuzey Ege kıyılarında ‘Serne' adında bir kenti zapt eder, erkeklerin tümünü kılıçtan geçirir; kadın ve çocuklarıysa köle olarak tutar. Kraliçe onlar için kendi adını taşıyan, Mirin kentini kurar. Mirin,aynı zamanda Kyme, Prienne ve Pitane, Lesbos Adası'nda da Mitilin (Midilli) kentlerini kurar. Bir gün adaya giderken fırtına kopar. Ana tanrıça Kibele filoyu korur ve Semadirek Adası'na götürür. Kraliçe Mirin o güne dek kimsenin oturmadığı adada Kybele'ye saygı ve şükranlarını anlatmak için bir tapınak kurar. Buradan da anlaşılıyor ki Kraliçe Mirin, Tanrıça Mirin 'in bir rahibesiydi.

Amazonlarla ilgili söylenceleri bir kenara bırakırsak geriye fazla bir şey kalmıyor aslında. Tarihte gelmiş geçmiş bütün halkların geçmişine bakıldığında, söylencelerin yanında gerçek olan olayların tarihinin de anlatıldığını görüyoruz. Amazonlardaysa bu ayrım neredeyse yok denecek gibi. Anadolu 'dan geçen bütün halklar Amazonların izini -eğer vardıysa- çoktan örtmüşler.

Peki o halde Amazonların gerçekliğiyle ilgili soruları yanıtlamaya nereden başlamak gerek? Onların yalnızca söylenceden ibaret olduklarını söylemek ne denli zorsa gerçekten yaşadıklarını söylemek de aynı şekilde zor. Bugüne dek bu konuda ortaya atılmış birkaç temel görüş var. Bunların hepsi de Amazonların öyküsünün, günümüzdeki halini alıncaya dek çeşitli söylencelerle beslendiğini ortaya koyuyor.

Birinci görüş, Amazonların, erkeklerin yanında yardımcı olarak savaşa giren kadınlardan türediği yolunda.

İkinci görüş Yunan kolonilerine saldıran tamamen tıraşlı yabancıların kadınlar olarak yorumlanmasıyla ilgilidir. İlk görüşü ortaya atan Bizans tarihçisi Caesarea'lı Procopius, düşüncesini şöyle dile getirir:

"Sabiri diye çağrılan Hunlar, diğer bazı Hun kabileleri gibi o bölgede (Kafkasya 'da) yaşarlar ve Amazonların aslında burada ortaya çıktıklarını ve sonradan Thermodon Nehri 'nin üzerinde şu anda Amisos kentinin bulunduğu, Themiserya yakınlarında kamp kurduklarını söylerler. Fakat bugün Kafkas bölgesi civarında Strabon ve diğerlerince haklarında çok yazılmış olmasına rağmen Amazonlarla ilgili ne korunmuş tek bir hatıra ne de onlarla ilişkili bir isim vardır. Erkeklerin özelliklerini taşıyan bir kadın ırkının asla var olmadığını ve insan doğasının kabul edilmiş gerçeğinin Kafkas Dağları'nda bir istisna oluşturmadığını savunan tez daha akla yakın görünüyor. Fakat gerçek, bu bölgelerdeki kavimlerin kadınlarıyla birlikte büyük bir orduyla Asya 'ya bir akın düzenledikleri,Thermodon Nehri'nde kamp kurdukları ve kadınlarını burada bıraktıklarıdır. Sonra, erkekler Asya 'nın büyük bir kısmını yağmalarken bu toprakların yerli halklarınca kıstırıldılar ve tek kişi bile kurtulamadan katledildiler. Böylece hiçbiri kadınların kampına geri dönemedi. Bundan böyle kadınlar çevrede yaşayan halkların intikamından korktuklarından erzakın da yetersizliğiyle erkeklerin görevlerini üstlendiler. Erkeklerin kampta bıraktıkları araçlarla silahlandılar.Tümüyle yok edilene dek de burada erkeksi bir cesaret göstermek zorunda kaldılar. Olan işte buydu. Amazonların kocalarıyla birlikte savaşa çıktıklarına benim zamanımda gerçekleşen bir olaya dayanarak inanıyorum … Hunlar Roma topraklarına sık sık akın eder, savaşırlardı. Geride bıraktıkları ölü Hunlar'ın arasında kadın savaşçıların cesetlerine de rastlanırdı…"

Procopius 'un, Kafkasları Amazonların kalesi olarak göstermesi gelenekle uyum sağlar. Dağlar,sık ormanlar ve genel olarak keşfedilmemiş bölgeler, geç klasik dönemde yaşayanlara göre Amazonların yerleşim yerleridir. 16.yüzyılda yaşamış olan İspanyol kaşifi Francisco de Orellana, Güney Amerika 'da Marnaon Nehri kıyılarında Tapuyas yerlilerinin saldırısına uğradı. Anlattığına göre yerlilerin saflarında silahlı kadınlar da vardı. Nehir bundan sonra Amazon olarak anıldı. Amazonlarla ilgili ikinci bir görüşse onların aslında tıraş olmuş erkekler olduğu yolundadır. Bu görüşü düşünmeye başlamadan önce kadınlarla karıştırılan erkeklerin birtakım koşulları taşımaları gerektiği görülüyor:

1. Amazonların yaptığı gibi onlar da Anadolu 'ya birçok küçük kabilenin bulunduğu dönemde yerleşmiş olmalıdırlar.
2. Güçlerinin zirveye ulaştığı dönem Amazon zaferleriyle üst üste gelmelidir ve M.Ö.15 ila 20.yüzyıllardan sonra olmamalıdır.
3. Akaların M.Ö. 1100 dolaylarında Attik'ten Anadolu'ya göç etmelerinden önce yok olmuş olmaları gerekmektedir.
4) Yunanlıların sakalsızlığı kadınlıkla özdeşleştirdikleri bir dönemde sakalsız olmalıdırlar. Böyle bir millet aramak Amazonları aramaktan çok daha güç gibi görünüyor. Oysa böyle bir halk var: Hititler.

Hititler o dönemde dünyanın en büyük uygarlıkları arasındaydı. Hititlerin yükselişi M.Ö.1300 'lerde başladı; Mısırlıları yendikleri M.Ö.1296 'da doruğa ulaştı. Ne var ki bir süre sonra batıdan gelen deniz halklarının baskısına dayanamayan Hitit devleti çöktü, M.Ö.1200 'lerde başkentleri Hattuşaş yakıldı. Amazonların yok oluşu gibi Hitit imparatorluğu da hızlı bir biçimde tarih sahnesinden çekildi. Öyle ki MS 19. yüzyıla dek unutuldular. Eğer Hititlerle Amazonlar arasında heyecan verici bir benzerlik olduğu kabul edilirse, sakal bir anda önem kazanır. Hititler, Yunanlıların sakal bırakma adetini izlemediler. Yunanlılar için sakal, savaş alanında yakın dövüşürken ya da herhangi bir sokak kavgasında sorun çıkarsa da, hazine değerindeydi. Sakal, düşmana tutup çekebileceği uygun bir araç sağlıyordu. Bu nedenle M.Ö.331 yılında Büyük İskender Arbela savaşına girmeden önce askerlerine sakallarını kesmelerini emretmişti. Gerçek ne olursa olsun Yunanlılar, Büyük İskender dönemine dek sakallarını kesmediler. O yıllarda kıllılık erkekliği, kılsızlık da kadınlığı simgeliyordu. Ünlü komedi yazarı Aristophanes, oyunlarından birinde efemineliğiyle ünlü oyun yazarı Euripides'e, Agathon'a cilveli bir eda ile; "Her zaman yanında tıraş bıçağı bulunur. Onu bir saniyeliğine bana versene" dedirtir. O dönemde tıraş bıçağı erkeğin değil, kadının gerekli bakım eşyalarından biriydi. Yunanlılar, Hititlerle ilk kez M.Ö.12. yüzyılda ilişki kurdular. İki uygarlık Akaların Dorlar'dan kaçmak üzere Anadolu'nun Ege Denizi kıyılarında kurdukları kolonilerin bulunduğu topraklarda karşılaştılar. Hititler sakal uzatmayı Yunanlılardan görüp benimsediler. 12.yüzyılın ortasından önce yapılan anıtlarda Hititler tıraşlı gösterilir; sonrasında sakallıdırlar. Yunanlılar için bu dönem öykü anlatıcılarının evlerinden uzak göçmenleri cesaretlendirip şevklendirmek için masallar oluşturdukları dönemdir. Masallarda Aka kahramanları tekrar tekrar anlatılarak yaşatılırdı. Eski çarpışmaların bazılarında Yunanlılar sakalsız Hitit savaşçılarını küçümseyerek "kadın savaşçılar" olarak adlandırmış, ya da tamamen yanlış anlamaya dayalı, Hititleri kadın zannetmiş olabilirlerdi. Bu tür yanılgıların izlerini Yunan mitolojisinde görmek mümkün. Sözgelimi o döneme dek at görmeyen Yunanlılar, ata binmiş birini gördüklerinde ikisini tek bir canlı gibi düşünmüş ve Kentaurlar söylencesine neden olmuşlardı. Aynı şekilde Hititlerin profilden devasa boyutlarda duvarlara resmettikleri tanrı figürlerini de görmüştü Yunanlılar.

Hititler, uydukları saygıdan dolayı tanrı figürlerini insanlara göre çok büyük çiziyorlardı. Profilden çizildiği için tek gözü görülen tanrı figürleri Yunanlılar arasında tek gözlü devler olan Kyklop (Tepegöz) söylencesini doğurmuştu. Amazonlar da böylesi bir yanlış anlamanın sonucunda ortaya çıkmış olabilirler. Halikarnas Balıkçısı; "Böyle bir yanlış anlama varsa İzmir kentinin Hititlerce kurulduğunu söyleyebiliriz" der.

Balıkçı, ayrıca Artemis tapımının kökeni olan ana tanrıça tapımının Hititler döneminde yerleşmiş olduğunu söyler. Efes'teki Artemis heykellerinin iki yanında bulunan geyiklerin de Hititlerin kader, mutlu alın yazısı simgeleri ya da tanrısı kimlikleriyle, “runda” adında kutsal saydıkları geyik olduğunu da belirtir. Bu görüş akla oldukça yatkın gelse de minik bir pürüz içeriyor. Bugün Hititler olarak bildiğimiz, kendilerine Nesililer diyen halk, Asya'dan Anadolu 'ya geldiğinde ataerkil yapıdaydı. Dolayısıyla beraberinde bir tanrıça kültürü getirmiş olamaz. Nesililer denen halk Anadolu'yu ele geçirip birleştirdikten sonra burada yaşayanların kültürlerini benimsemiş, hatta onların adını almıştı. Hatti Ülkesi denen Anadolu, anaerkil yapısını koruyordu. Bundan yola çıkarak belki de Amazonların çıkış noktasını Hititlerden daha geride, Anadolu'nun Nebililer'den önceki halklarında aramak daha doğru olabilir.

Amazonlar savaş tanrısı Ares ile aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit'in kızlarıydılar. Çok sert ve güçlü kadınlardı. Ülkelerini yönetir, gerektiğinde savaşırlardı. At üstünde kendilerini kalkanlarla koruyarak ok ve baltalarla dövüşürlerdi. Erkekleri yanlarına köle ya da uşak olarak alır, onlardan çocuk sahibi olurlardı. Doğan erkek çocuklarını öldürür ya da sakat eder, kızları ise aralarına alarak savaş için eğitirlerdi.

Amazonlar'ı bir kraliçe yönetirdi. [1] öne çıkan kraliçeleri arasında Truva Savaşında yer alan Penthesilea ve kardeşi Hippolyta sayılabilir. [2] Anadolu'da, başta Efes olmak üzere birçok kenti Amazon kraliçelerinin kurduğu söylenir. Amazonlar'ın Efes kıyısında Artemis adına diktikleri heykelin çevresinde savaş dansı yaptıkları ve birbirine vuran kalkanlarının çok uzaklardan yankılandığı anlatılır. [1]

Helenistik ve Roma çağı tarihte Önasya'ya birçok Amazon saldırısından bahsedilir. [2]

Yunan kahramanlarına ilişkin pek çok öyküde de Amazonlar'dan söz edilmektedir. Örneğin Herkül'ün yerine getirmesi gereken 12 görevden biri, Amazon Kraliçesi Hippolyte'nin taktığı kemeri belinden alabilmekti. Bir başka öyküde ise, Atina Kralı Theseus kendilerine saldıran Amazonlar'ın kraliçesi Hippolyte'yi tutsak alarak onunla evlenir. Penthesileia adında bir Amazon kraliçesi de Yunanlılar'a karşı Truvalılar'a yardıma gelmiş, ama Yunanlı kahraman Aşil tarafından öldürülmüştü. [1]

Gerçek ya da söylence, kadın savaşçılar ya da kadın sanılan erkekler; Amazonlar yalnızca Anadolu halkları ve Yunanlılar üzerinde değil, tüm dünya tarihinde bir yer sahibi bugün. Feminist hareketlerde kadının erkeklerle eşitliğini vurgulamak için Amazon sözcüğü hâlâ kullanılıyor. Bu cesur kadın savaşçılarla ilgili anlatılanlar bir masalsa, romanlardan televizyon dizilerine dek bütün dünyanın aklına kazınmış bir masal.[3]
Yunan Mitolojisinde Amazonlar

Amazonların Pontus bölgesinde yaşadıkları söylenir, bölge günümüzde Türkiye sınırları içinde Karadeniz kıyısındadır. Burada kraliçeleri Hippolyta önderliğinde bağımsız bir krallık kurarlar. Amazonların birçok kenti kurdukları iddia edilir, bunlar arasında Ephesus, Sinope, Paphos ve Smyrna sayılabilir. Ünlü tarihçi Heredot Amazonları erkekleri öldürenler anlamına gelen androktones olarak tanımlamaktadır. İskit dilinde de kendilerine oiorpata denmektedir. Bazı efsanelere göre Amazonların erkeklerle cinsel ilişkiye girmesi kesinlikle yasaktı ve Amazon bölgesinde erkekler yaşayamazdı. Ancak soylarının devamı için Amazonlar komşu kabile Gargareanları yılda bir kez ziyaret ederler, doğan çocuklardan erkek olanlar ya babalarına gönderilir ya da öldürülürdü. Kız çocuklar annelerince büyütülür ve tarım, avcılık, savaşçılık konularında yetiştirilirlerdi. Amazonlar eski çağlarda Lycia'yı işgal etmişler ancak Bellerophon tarafından yenilmiştir. İlyada'da yazıldığına göre Amazon kraliçesi Penthesilea, Aşil tarafından öldürülür. Amazonların Tuna Nehri üzerindeki Leuke adasına sefer düzenlediği iddia edilir. Seferin amacı Aşil'in küllerine sahip olmaktır. Amazonlar adaya ayak bastıklarında Aşil'in hayaleti belirmiş ve savaşçıları adadan kovmuştur. İnanışa göre Romalı komutan Pompei, ezeli düşmanı Pontus kralı VI. Mithridates'in ordusunda bu söylentiye şahit olmuştur. Amazonlar Büyük İskender zamanında da tarih sahnesine çıkarlar. Büyük İskender tarihçilerinden bazıları Amazon Kraliçesi Thalestris'in kendisini ziyaret edip ondan bir çocuk sahibi olduğunu yazmıştır. Ancak Büyük İskender'in diğer tarihçilerinden bir kaçı ve en güvenilir ikincil kaynağı Plutarch iddiayı yalanlar. Plutarch yazılarında İskender'in ikincil deniz komutanı Onesicritus'un Büyük İskender biyografisinden Amazon pasajını İskender ile birlikte keşif gezisine katılmış olan Trakyalı kral Lysimachus'a okuduğu bir andan bahseder: Kral, ona gülümsedi ve dedi ki "Peki ben neredeydim o zaman?" [2]

Amazon's
Makedonyalı Büyük İskender ve Amazonlar

Önasya seferine çıkan ünlü Makedonya Kralı Büyük İskender, ordularıyla Beyşehir'de kendi adıyla anılan İskender bağları'nda konaklamış. O zamanlar Anamas Dağlarının eteklerinde göllenmiş bulunan Beyşehir Gölü'nün öte yakasında, Amazonlar denilen kadın savaşçılar yaşar. Kral, onların kendisine boyun eğmelerini istemiş; fakat elçisini geri çevirmişler.

Büyük İskender buna çok kızmış ve Amazonların üzerine asker göndermiş. Amazonlar, uzun süre, İskender'in güçlü askerlerine karşı savaşmışlar. Ama bakmışlar ki;yenilip esir olacaklar, Adamaslar'da gölün kıyısında, kapalı bir yer altı obruğunda dökülen bir çağlayanın düdeninin koca kayalar yuvarlayıp kapatmışlar ve düşmanın ardından girdikleri vadiyi sular basmış. İskender'in askerleri azgın sular karşısında helak olmuşlar. Ancak, Amazonlar kötü sonlarını tahmin ettiklerinden, kendilerini de bu sulara atarak tutsak olmaktansa, ölmeyi yeğlemişler. Onların bu onurlu ölümleri, İskender'i çok duygulandırmış. Anılarını yaşatmak için yurtlarına Amazonlar adını vermiş ve bu Amazonlar giderek Amanoslar ve ardından Anamaslar adını almış.

Bir başka anlatıma göre, kendilerini göle atan Amazonlar, boğulmayıp gölde balık olmuşlar ve bu güzel balıkların adı zamanla Amazan ve ardından Sazan olmuştur. (Ancak, Sazan sazcıl anlamındadır. Bölgede Amazonların yaşamadıkları tahmin edilmektedir.) [3]
Tarihteki Önemli Amazonlar

Önde gelen Amazonlar arasında aşağıdaki isimler sayılabilir:

1. Ainiaan, Aşil'in düşmanı, Truva Savaşında kraliçe Penthesilea'nın yanında katılan 12 komutandan biri. Adı, çabukluk anlamına gelir.
2. Penthesilea'dan sonraki amazon kraliçesi. Emrindeki erkek köleleri sakatlayıp, kısırlaştırmasıyla ünlüdür, bu durumdaki erkeklerin cinsel olarak çok daha başarılı olduğunu iddia etmektedir.
3. Antibrote, Penthesilea'nın 12 komutanından birisi.
4. Antiope
5. Asteria, Heracles tarafından öldürülen altıncı Amazon.
6. Cleite, Penthesilea'nın 12 komutanından birisi, sefer sırasında gemisi fırtınada yolunu kaybetmiş, İtalya sahillerinde karaya çıktığı yere Clete ismi verilmiştir.
7. Helene, Tityrus'un kızı. Aşil ile savaşmış ve ağır yaralanmış, daha sonra da ölmüştür.
8. Hippolyte, babası savaş tanrısı Ares tarafından verilmiş olan büyülü kemer sahibi Amazon kraliçesi.
9. Melanippe, Hippolyte'in kız kardeşi. Heracles tarafından kaçırılmış ve Hippolyte'in elindeki kemer için rehin tutulmuştur. İsteği yerine getirilince rehineyi serbest bırakmıştır.
10. Otrera, Ares'in metresi ve Hippolyta ile Penthesilea'nın annesi.
11. Penthesilea
12. Thalestris, İskender zamanındaki Amazon kraliçesi. [2]

Kaynaklar

[1] Temel Britannica, "Amazonlar" maddesi. c.1, s.198
[2] Wikipedia, "Amazonlar" maddesi, tr.wikipedia.org/wiki/Amaz
onlar
[3] www.msxlabs.org/forum/kultur/13942-kadin-savascilar-amazonlar.html

Lilith Efsanesi


LILITH EFSANESI


İnsanlığın öyküsü Adem ve Havva ile başlıyor, öyle mi? Eski bir yahudi efsanesine göre, bu öykü Adem'le Havaa'dan öncesine uzanıyor. Yani Adem'in ilk eşi Havva değil, Lilith adında bir kadındır. Ama, tarih boyuncagizlice aramızda dolaşıp, her kadın-erkek tartışmasında kendini gösterse de onu çok az tanıyoruz.
Sözü edilen efsane şöyle başlıyor: Tanrı topraktan Adem ile Lilith'i yaratır. Mutlu mutlu yaşasınlar diye onları cennete yerleştirir. Ama bu iki insan çifti bir türlü huzur bulamaz. Sorunları mı? Günümüz çiftlerinin sorunlarından farklı değildir. Adem ilişkide her alanda söz sahibi olmak ister. Ancak Lilith buna karşı çıkar. Özellikle cinsel ilişki sırasında Adem'in hep üstte yer almasını aşağılayıcı bularak itiraz eder. Kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını, yani eşit olduklarını savunur. Adem ise kendini, bağışlayan, bereketli gökyüzü; Lilith'i de ürün veren toprağa benzeterek bu şekilde birleşmek konusunda diretir. Adem tavırlarında ısrar edince, Lilith, birlikte yaşamalrının zor olacağına karar verip Tanrı'nın söylenmemesi gereken adını anarak göğe doğru yükselir. Sahip olduğu olanakları terk eden Lilith'in yeri artık dışlanmışların arasındadır. Çevresindeki cinlerle ve cinlerin kralı Şamael (Şeytan) ile ilişkiye girer ve onlardan çocuklar doğurur. Bu arada cennette yalnız kalan Adem, Tanrı'ya dua ederek Lilith'i geri ister. Tanrı, Sanvai, Sansanvai ve Semangelof isimli üç meleği geri çağırmak üzere Lilith'e gönderir. Meleklere, dönmediği takdirde her gün yüz çocuğunun öldürüleceğini emreder. Ama, o kesinlikle dönmeyeceğini bildirir. Ve tehdit yerine getirilir... Lilith, duyduğu acıylabundan sonra, bütün hamile ve doğum yapmış kadınların, bebeklerin başdüşmanı olmaya yemin eder. Erkek çocukların doğduktan sonra ilk sekiz gün, kız çocukların ise ilk yirmi gün içinde canını alacaktır. Sadece yakınlarında bu üç meleğin ismi ya da şekli bulunanlara dokunulmayacaktır. Lilith artık kötüler tarafına geçmiştir. Bunun üzerine Tanrı Adem'in kaburga kemiğinden Havva'yı yaratır. Bu yeni kadın, Adem'den bir parça olduğu için, ona karşı çıkmayacaktır. (baska kaynakta) Yeryüzünün İlk Feministi Tek tanrılı dinlerin en büyük efsanelerinden biri olan “Adem ile Havva” hikayesinde üçüncü bir karakter olduğunu çok az insan bilir herhalde. Çünkü, biraz aykırı bir karakter olduğundan olsa gerek, dini kaynakların çoğunda Lilith’den pek söz edilmez. Hele islamiyette Lilith’e hiç yer yoktur, ama bizim agresif-feminist blogumuzda elbette var! Eski bir yahudi efsanesine göre tanrı insanı önce çift olarak yaratır. Erkek hepimizin bildiği üzere Adem; kadın ise pek bilinmese de Lilith’tir. (Bu arada Adem’in tek olarak yaratıldığına inanmak çok saçma, insanın mitoz bölünmeyle çoğalmadığını Adem düz duvara tırmanmaya başlayınca mı fark etti tanrı?) Adem ve Lilith beraber cennette yaşamaya başlasalar da işler pek de tanrının planladığı gibi gitmez. Zira Lilith, Adem’in her konuda söz sahibi olmak istemesinden hoşlanmamakta, cinsel ilişki sırasında devamlı altta olmaktan şikayet etmektedir. Oysa Adem’e göre kendisi bağışlayan bereketli gökyüzünü, Lilith ise ürün veren toprağı simgelemektedir. (Günümüzün kadın erkek ilişkileri de pek farklı değil: erkek çalışıp eve para getirir; kadın da çocuk doğurup onlara bakar.) Lilith ise ikisi de topraktan yaratıldığı için eşit olduklarını savunur. Çift, aralarında uzlaşmayı başaramayınca Lilith isyan bayrağını çeker ve tanrının söylenmemesi gereken adını söyleyerek cenneti terk eder. Lilith cinlerle, şeytanla takılıp günde yüz çocuk doğururken Adem cennette tabiri caizse sap gibi kalır. Her gün tanrıya Lilith’i geri getirmesi için dua eder. Bunun üzerine tanrı üç tane meleği Lilith’e göndererek geri dönmesini ister. Şayet dönmezse her gün yüz çocuğu öldürülecektir. Cennete ve Adem’e dönmeyi kesinlikle reddeden Lilith çocuklarının öldürülmesinden duyduğu acıyla Adem’in soyundan gelecek her çocuğun canını almaya and içer. Lilith’in asla dönmeyeceğini anlayan tanrı Adem uyurken onun kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Erkeğin bir parçasından yaratıldığı için Havva, Adem’e karşı gelemeyecektir. Gerçekten de Adem uyandığında yanında Lilith’e çok benzeyen Havva’yı bulunca Lilith’in aklını başına toplayıp geri döndüğünü düşünür. Bu arada Lilith, yeminini yerine getirir. Hamile ve yeni doğum yapmış kadınlara bela olur, çocuklarını öldürür. Sadece geri dönme çağrısını yapan üç meleğin isminin ya da şeklinin olduğu bebeklerden uzak durur. Günümüzde bile loğusaların ve yeni doğanların baş ucunda muska bulundurulmasının nedeni budur. Erkeklerin rüyalarına girerek onları baştan çıkarır, aynaya çok bakan kadınları kendi safına çeker. İnanışa göre dünyada kötülüklerin bu kadar artmasının nedeni de Lilith’dir. Kadını kötülüklerin kaynağı olarak gören bakış açısının kaynağı bu efsaneye dayanıyor. Bugünün pek çok batıl inancının altında da bu var. Oysa Lilith erkek egemenliğini en başından reddederek özgür ve güçlü kadın figürünü temsil etmekte. Bugün Lilith’in hikayesi dini kesimler tarafından göz ardı edilmeye devam etse de feministler tarafından kadın hareketinin en önemli simgelerinden biri haline getirildi bile.

Alamut - Wladimir BARTOL

ALAMUT / FEDAILERIN KALESI - WLADIMIR BARTOL

Büyük Daî’ler Hasanla beraber sessizce kulenin tepesine çıktılar. Terasa çıktıkları anda gözleri yıldızların ışığını bile gölgede bırakacak güzellikte bir ışık huzmesine takıldı. Hasanla beraber balkonun korkuluklarına yaklaştılar ve aşağı baktılar. Her üç köşk de birer ışık deryasına dönmüştü. İçten ve dıştan aydınlatılmış sırça duyarlar, içeride olan her şeyi, her hareketi, biraz daha. küçük ölçülerde dışarı yansıtıyordu. “Gerçekten de sen eşi benzeri bulunmaz bir insansın” dedi Ebu Ali hayranlıkla. “Bize birbiri ardına sürprizler yaşatacağına söz vermiştin. Sözünü tuttuğunu görüyorum!” “Evet, bir efsane gerçek oldu” diye homurdandı Buzruk Ümid. İçine düştüğü derin şaşkınlıktan sıyrılamamıştı henüz. “Yeteneklerinin kudreti, içimizde taşımış olabileceğimiz tüm gizli düşüncelerden sıyrılmaya itiyor bizi.”

“Sabırlı olun. Beni vaktinden önce takdir etmeyin” diye gülümsedi Hasan tevazu göstererek. “Kahramanlarımız uyumaya devam ediyorlar. Henüz hiçbir uyanma belirtisi göstermediler. Biraz bekleyelim ve neler olacağını görelim: Bakalım yapmak istediklerimizi başarmış mıyız!”

Onlara hangi bahçede hangi fedaînin misafir edildiğini anlatmaya başladı.
“Böyle bir planın aklına gelmiş olmasına” diye hayret etti Ebu Ali, “hâlâ bir türlü akıl sır erdiremiyorum! Sadece bunun doğaüstü bir gücün verdiği ilham olduğunu tahmin edebiliyorum. Eğer bu ilham Allah’tan değilse tanıdık başka bir ruhtandır mutlaka!”

“Allah olmadığı kesin” dedi Hasan gülerek. “Fakat belki de eski dostumuz Ömer Hayyam’dan…”

İki arkadaşına yirmi yıl önce Nişapur’a yaptığı ziyaretten bahsetti. Ve sair arkadaşının, kendisine, bu akşamki deneyi yapabilme fikrini nasıl verdiğini anlattı.

Ebu Ali hâlâ inanamıyordu:
“Bu gizli tertibatın planını bunca zamandır kafanda taşıdığını mı söylemek istiyorsun yoksal Nasıl oldu da çıldırmadın!”

“Şehit Ali’nin sakalı adına!” diye şaşkınlığını belirtti diğeri de. “Bu plân benim aklıma gelmiş olsaydı bir ay bile sabredemezdîm. Onu gerçekleştirmek için elimden gelen her şeyi yapar veya başarıya, ya da başarısızlığa ulaşana kadar bir an bile huzur bulamazdım.”

“Doğrusunu isterseniz, başarısızlığı engellemek İçin bir insanın elinden gelebilecek olan her şeyi yaptım” dedi. Hasan. “Böyle bir düşünce insanın kafasında ana karnındaki bir bebek gibi büyür ve gelişir. Önce çok küçüktür ve sadece bir yerlere tutunup gelişme arzusu vardır. Daha o zamanlar bile büyük bir kudrete sahiptir. Yavaş yavaş kendisini taşımakta olanı etkisi altına alır. İnsan bu durumda bu düşünceyi gerçekleştirmekten, bu harika varlığı gün ışığıyla tanıştırmaktan başka hiçbir şey düşünemez ve arzulayamaz. İçinde böylesine efsanevi bir hülya taşıyan birisi yan yarıya çıldırmıştır. Onun doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğunu düşünmez bile. Görünmeyen bir kuvvetin etkisi altında hareket eder artık. Sadece kendisinden daha güçlü bir kudretin maşası olduğunu bilmektedir. Ve bu kudretin cennetten mi yoksa cehennemden mi çıktığı onu hiç mi hiç ilgilendirmemektedir.

“Ve sen yirmi yıl boyunca, planını gerçekleştirmek için hiçbir adım atmadın mı! Sırrını hiç kimseye açmadın mı!”

Ebu Ali kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, Hasan’ın anlattıklarına bir türlü inanamıyordu. Hasan onun şaşkınlığına güldü. “Eğer planımı sana veya herhangi bîr arkadaşıma anlatsaydım, benim ya bir şakacı ya da bir deli olduğumu düşünürdünüz. Ama bu planı daha önce uygulamaya koymayı çok kere düşündüğümü inkâr edemem. Fakat her defasında vaktin henüz gelmediğini anlamakta gecikmedim. Çok şükür ki yoluma çıkan engeller beni asla düzeltemeyeceğim hatalar yapmaktan korudular. Hatta daha Ömer Hayyam bana bu fikri verir vermez uygulamaya geçirmek istedim. Ömer bana hemen baş vezire gitmemi ve gençliğinde verdiği sözü yerine getirmesini istememi salık vermişti. Nizam ül-Mülk, bana, umduğumdan daha da fazla yardımcı oldu. Sultana beni arkadaşı olarak takdim etti, böylece saraya kapağı atmayı becerdim. Baş vezirden daha hoşsohbet bir muhasip olduğumu elbette tahmin etmişsinizdir! Kısa sürede sultanla aramda bir yakınlık doğdu ve bana diğerlerinden farklı davranmaya başladı. Yavaş yavaş işleri yoluna koymaya başlıyordum. Planımı uygulama vaktinin geldiğini düşünüyordum. Tek beklediğim, sultanın beni önemli bir görev ile bir sefere yollamasıydı. Fakat o zamanlar çok saf olduğumu itiraf etmeliyim. Eski okul arkadaşımın kalbinde yeşeren kıskançlık tohumlarının farkına varamamıştım. Onunla rekabet etmek benim için çok normal bir şeydi, onun, bunu bir aşağılama olarak kabul edeceğini düşünmemiştim hiç. Günün birinde sultan, dev imparatorluğunun gelir ve giderlerine dair bir rapor hazırlanmasını istedi. Bütün verilerin toplanması için ne kadar zamana İhtiyaç duyduğunu sorunca, Nizam ül-Mülk en az iki yıla ihtiyaç duyacağını söyledi. ‘Ne! İki yıl mi!’ diye bağırdım. ‘Bana sadece kırk gün süre tanı, sana ülkenin tüm hesaplarını en ince detayına kadar gözlerinin önüne sereyim.” Okul arkadaşımın beti benzi attı ve tek kelime etmeden salonu terk etti. Sultan önerimi kabul etmişti. Nihayet yeteneklerimi sergileme imkânı bulduğum için çok mutluydum. Güvendiğim tüm adamlarımla beraber işe koyuldum. Yoğun bir çalışma sonucu, benim ve sultanın adamlarının da çabaları sayesinde, gerçekten de kırk gün sonra sultanın istediği raporu hazırlamaya muvaffak oldum. Bana tanınan süre dolduğu zaman kağıtlarımla beraber sultanın huzuruna çıktım. Fakat henüz birkaç sayfa okumaya kalmadan, kağıtlardaki rakamların kötü niyetli birisi tarafından değiştirildiğinin farkına vardım. Kekelemeye başlayarak, eksik ve hatalı yerleri ezberden okumaya çalıştım. Fakat sultan benim şaşkınlığımın farkına varmıştı. Son derece öfkelenmişti, dudakları titriyordu. Aniden; baş vezir konuşmaya başladı: ‘Bilge adamlar bu işin en az iki yıl gerektirdiğini hesapladılar. İki yıllık işi kırk günde yapabileceğini iddia eden bir palavracının elinden, karşında kekelemekten başka ne gelebilir ki!’ İçten içe şeytanca güldüğünü işitiyordum. Bu kötü oyunu bana oynayanın o olduğunu fark ettim. Fakat sultan şaka kaldıracak halde değildi. Son derece utanıyordum. Sarayı terk ederek alelacele Mısır’a gittim. Sultanın gözünde işe yaramaz bir palavracıdan başka bir şey değildim artık. O zamandan beri baş vezir intikam almamdan korktuğu için beni yok etmeye çalışıyor. Böylece planımı gerçekleştirme teşebbüslerimin ilki suya düşmüş oldu. Fakat üzgün değilim. Çünkü bunun bir erken doğum olacağını biliyorum artık.”

“Senin baş vezir ile olan kavganı daha önce de işitmiştim” dedi Ebu Ali yüksek sesle. “Fakat bu anlattıklarından sonra mesele bambaşka bir boyut kazandı. Artık Nizam ül-Mülk’ün İsmailîlere karşı beslediği derin nefretin sebeplerini daha iyi anlayabiliyorum.”

“Dinleyin daha bitmedi: Beni Mısır’da çok iyi karşılamışlardı. Halife Mostanzar Billah, muhafız başı meşhur Bedr el-Cemal’ı beni karşılaması için ta sınıra kadar yolladı. Kahire’de İsmailî davasının bir evliyası gibi karşılandım. Doğrusunu isterseniz bana gösterilen bu ilgi beni bile oldukça şaşırtmıştı. Fakat bir müddet sonra meselenin içyüzü ortaya çıktı. Halifenin iki oğlu daha babaları ölmeden miras ve taht kavgasına tutuşmuşlardı bile. Daha yaşlı olan Nasır babası gibi zayıf yapılının tekiydi. Kanunlar ondan yanaydı. Onu ve babasını kısa; sürede etki altına aldım. Fakat Bedr el-Cemal’in kararlılığına gereken önemi vermemiştim. Bedr halifenin küçük oğlu Amustamali’yi destekliyordu. Ondan daha ağır bastığımı fark ettiği anda beni tutuklattı. Halife korkmaya başlamıştı. İşin şakasının kalmadığını anladım. Mısır ve benim için beslediğim büyük hayalleri terk edip bir Frenk gemisine kapağı attım. Kaderim işte bu gemide belli oldu.

Açık denize çıktığım zaman, geminin Bedr el-Cemal’in söylediği gibi Suriye’ye doğru değil, aksine batıya, yani Afrika’nın herhangi bir yerine doğru yol almakta olduğunu fark ettim. Yoksa beni Kahire’ye bağlı bir limana mı götürüyorlardı! O zaman işim bitik demekti. Az sonra, oralarda sık sık görülen fırtınalardan biri koptu. Halife’nin bana gizlice birkaç kese altın vermiş olduğundan bahsetmiş miydim! Onlardan birini kaptana vererek geriye dönmesini ve beni Suriye’ye ait bir limanda karaya çıkarmasını rica ettim. Nasıl olsa, fırtınadan kaçtığını bahane edebilirdi rahatlıkla. Altının çekiciliğine karşı koyamadı. Fırtına gitgide şiddetleniyordu. Yolcular, hatta aralarındaki Frenkİer bile cesaretlerini kaybettiler. Yüksek sesle dua ederek ruhlarını tanrının koruyucu ellerine terk ediyorlardı. Bir tek ben sakindim. Bir köşeye çökerek bir yandan kurutulmuş hurma yiyor, diğer yandan da bu kadar ucuz kurtulduğuma seviniyordum. Sükûnetim diğerlerini şaşkınlığa uğratmıştı. Rotayı değiştirdiğimizi fark etmemişlerdi. Onlara tek bir cevap verdim: Allah bana Suriye’de bir yerde karaya çıkacağımızı ve yol boyunca başka bir sorunla karşılaşmayacağımızı bildirmişti. Bu ‘kehanet’ bir gece içinde gerçekleşti ve herkes beni büyük bir peygamber olarak görmeye başladı. Yolcuların tümü müridim olmak istiyorlardı. Bu beklenmedik başarıdan kendim bile ürkmüştüm. İmanın ne kadar büyük bir kudrete sahip olduğunu işte o zaman anladım. Tüm yapılması gereken diğer müminlerden daha fazla bilgili olmaktı. Sonra keramet göstermek bile çok kolay bir şeydi. Bir anda her şeyi kafamda açıkça görmeye başlamıştım. Planlarımı gerçekleştirmek, dünyayı tersine çevirmek için Arşimed’in de söylediği gibi bir tek sağlam dayanak noktasına ihtiyacım vardı. Artık bu dünya üzerinde hükümdarların teveccühüne, şan ve şöhretine ihtiyacım kalmamıştı. Sadece sağlam bir kale ve onu isteklerime göre değiştirmemi sağlayacak maddi imkânlar lazımdı bana. Baş vezir ve dünya hükümdarları önümde titreyeceklerdi artık!”

Gözlerinde garip bir tehdit ifadesi vardı. Ebu Ali’nin önünde vahşi bir hayvan gibi duruyordu – her an saldırmaya hazır bir canavar.

“Artık sağlam bir dayanağın var” dedi Ebu Ali yavaşça. Sesinde az da olsa bir korku seziliyordu.

“Evet!” dedi Hasan. “Gerçekten de var.”

Balkon korkuluklarından uzaklaşarak yerdeki yastıkların üzerine uzandı. İki arkadaşından da aynı şeyi yapmalarını rica etti. Soğuk mezeler ve testiler dolusu şarap kendilerini bekliyordu. Konuşmadan yediler.

“Düşmanları aldatmakta tereddüt etmem. Ama kendi dostlarıma aynı şeyi yapmak istemem doğrusu!” dedi Buzruk Ümid aniden. Bütün zaman boyunca susmuş, kendini toplamış ve içinden geçenleri söylemişti.

“Eğer seni doğru anladımsa İbni Sabbah” diye devam etti “tarikatımızın kudreti, bundan sonra, fedaîlerin körü körüne bağlılıkları üzerine yükselecek. Çünkü onlar en kararlı ve imanlı müritlerimiz! Tüm duygularımızı bir yana iterek, her dediğimizi gözlerini kırpmadan yerine getirmeye zorlayacağız. Sadece duyulmadık görülmedik bir sahtekârlık ile bunu başarabiliriz. Gerçekten de düşüncelerin mükemmel. Fakat bu düşünceleri gerçekleştirmek için kullandığın ‘aletler’ öyle sıradan aletler değiller: Onlar yaşayan insanlar, bizim dostlarımız!”

Hasan bu itirazı bekliyordu sanki. Sükûnetle konuşmaya başladı: “Fakat aslında tüm tarikatların kudretleri, taraftarlarının kendilerine körü körüne inanmalarına bağlıdır! İnsanlar idrak yetenekleri ölçüsünde bu dünyada bir yer edinirler. Onlara önderlik etmek isteyenler, yeteneklerinin çeşitliliğini göz önünde tutmak zorundadırlar. Bir zamanlar kitleler, peygamberlerden mucizeler gerçekleştirmelerini talep ediyorlardı. Peygamberler de itibarlarını korumak için istediklerini yapmak zorundaydılar. Bir grubun bilinç seviyesi ne kadar düşükse, onu harekete geçiren fanatiklik de o kadar büyüktür. Bu nedenle ben insanlığı iki gruba ayırıyorum. Bir tarafta ne ve nerede olduklarını bilen bir avuç insan; diğer tarafta da bunu bilmeyen kitleler. İlk grup önderlik etmekle, ikincisi de onları izlemekle görevlidir. İlki anne babanın, ikincisi de çocukların rolünü üstlenmiştir, ilki mutlak olana asla ulaşılamayacağını bilir, ikincisi de ona ulaşmayı arzular. İlkinin elinden, diğerlerinin ruhlarını masallar ve hayal mahsulleri ile doyurmaktan başka ne gelir ki! Yalan ve dolan! Bence bir sakıncası yok! Bunları insanlara acıdıkları için yapıyorlar. Gerçi bunun da bir önemi yok, çünkü önderler için çok açık ve net olan hedefler sıradan halk tarafından asla kavranamayacaktır. Yalan ve dolan ile iyi düşünülmüş bir müessese kurulacaksa neden olmasın! Size eski Yunan filozofu Empedokles örneğini vermek istiyorum. Daha sağlığında, öğrencileri, kendisini bir Tanrı olarak kabul etmeye başlamışlardı. Öleceğini hissettiği zaman kimseye haber vermeden bir yanardağın tepesine çıkarak, kendisini fokur fokur kaynayan kraterin içine attı. Bir zamanlar, kendisine inananlara bir kehanette bulunmuştu çünkü: Ölmek üzere iken bir mucize gerçekleşecek ve canlı vücudu yeryüzünden alınarak öbür dünyaya götürülecekti. Maalesef kraterin kenarında sandalının tekini düşürdü, bu onu ele verdi. Eğer o meşhur sandal bulunmamış olsaydı, dünya, ‘Tanrı Empedokies’in’ ilâhi arştan kendilerini gözetlediğine inanacaktı. Bu olay üzerine biraz düşünecek olursak, filozofumuzun bunu kendi çıkarları için yapmadığını açıkça anlayabiliriz. Öldükten sonra, havarilerinin, onun göğe çıktığına inanmalarından ne gibi bir yarar elde edebilirdi ki! Ben, onun gayet ince bir davranış göstermiş olduğunu düşünüyorum. Ölümsüzlüğüne sarsılmaz bir iman besleyen müminleri üzmek istememişti. Onların, kendisinden yeni bir masal beklediklerini biliyordu; ve onları hayal kırıklığına uğratmak niyetinde değildi.

“Doğru! Bu anlattığın türden bir yalan tamamen masumdur” dedi Buzruk Ümid kısa bir düşünmeden sonra. “Fakat fedaîlerin için düşündüğün sahtekârlık sonuçta onlar için ölüm kalım meselesi değil mi…”

“Dinleyin!” diye üsteledi Hasan. “Size planımın kapsamlı bir felsefi açıklamasını yapmaya da söz vermiştim. Öncelikle ayaklarımızın altındaki bahçelerde neler olup bittiği konulunda anlaşmaya çalışalım, sonra da bu olup bitenleri parçalarına ayrıştırarak analiz etmeye çalışalım. Elimizde üç tane delikanlı var. Bu delikanlılar onlar için cennetin kapılarını açtığımıza inanma eğilimindeler. Eğer gerçekten de buna ikna olurlarsa, neler hissedecekler sizce! Bunun farkında mısınız dostlarım! Şimdiye dek hiçbir ölümlünün tatmadığı bir mutluluk! Yaşam boyu o güzel anı düşünüp mutlu olacaklar! Bir de oraya ebediyen gideceklerini öğrendikleri anı düşünsenize!”

“Fakat ne kadar yanıldıklarını bir bilseler” dedi Ebu Ali gülerek ‘bütün dünyada bunu en iyi bilen bizleriz sanırım.”

“Biz biliriz de ne demek!” diye bağırdı Hasan öfkeyle. “Yarın neler olacağını biliyor musun! Kaderin bana neler tattıracağını biliyor muyum! Buzruk Ümid ne zaman öleceğini biliyor mu! Ve buna rağmen her şey, ezelden beri kâinatın düzeninde yazılı olmalı. Ptagoras insanın her şeyin ölçüsü olduğunu söylüyordu, insanın algıladığı şeyler vardır, algılamadıkları ise yoktur. Aşağıdaki üç adam cenneti algılıyorlar ve ondan ruhları, vücutları ve bilinçleri ile zevk alıyorlar. Demek ki cennet, onlara göre artık vardır. Sen Buzruk Ümid,’ anladığım kadarıyla fedaîleri içine çektiğim sahtekarlıktan ürküyorsun. Fakat unuttuğun bir şey var! Biz de her gün algılarımızın kurbanı olmaktayız. Ben çeşitli dinlerde yaratan olarak adlandırılan varlıktan ne daha üstünüm, ne de daha aşağılığım. Algılarımızın bizi yanılgıya sevk ettiklerini Demokrit bile fark etmişti. Onun için ne renkler, ne tatlı, ne acı, ne soğuk, ne de sıcak vardı. Sadece atomlar ve mekân. Empedokles de, tüm bilgilerimizi sadece algılarımız aracılığıyla edindiğimizi fark etmişti. Onların aracılığı olmadan edindiğimiz şeylerin, bizim için hiçbir anlamı olamaz bile. Şayet algılarımız bizi aldatıyorlarsa, onlar aracılığıyla edindiğimiz bilgilerin doğruluğuna güvenme imkânımız olabilir mi! Aşağıdaki bahçede bulunan hadımlara bir bakın! Tüm İran’ın en güzel kızlarını onların himayesine teslim ettik. Fakat onlar için, güzel bir kızın büyüleyici kokusunun ve çehresinin ne gibi bir anlamı vardır! Ya da genç bir bakirenin dipdiri memelerinin! İşe yaramaz bir et yığınını elde tutmanın verdiği nahoş duygudan başka hiçbir şey! İşte algılarımızın izafiliği burada yatmaktadır. Kör bir insan için çiçek açan bir bahçenin en güzel renkleri ne ifade eder! Sağırlar bülbülün şakımasını işitemezler. Bir bakirenin büyüsü bir hadımı etkileyemez. Ve aptallar dünyanın tüm bilgelikle ile alay ederler.”

Ebu Ali ve Buzruk Ümid ne yapacaklarını bilemedikleri için gülmeye başladılar. Fakat her ikisi de aynı izlenimi edinmişti: Hasan onları ellerinden tutarak, daha önce uzaktan bakmaya bile cesaret edemedikleri dipsiz bir uçurumun derinliklerine uzanan dar bir merdivenden aşağı indiriyordu. Biraz önce saydığı sebeplerin hepsini, uzun bir zaman zarfında olgunlaştırdığını anlamışlardı.

“Bakın” diye devam etti “eğer insan benim gibi çevresince gördüğü, duyduğu, algıladığı şeylere güvenemeyeceğini idrak ederse, eğer her taraftan güvenilmez ve kötü niyetli şeylerle çevrelendiğinin ve devamlı yanılgılarının kurbanı olduğunun bilincine varırsa, o zaman insan bunu bir kötülük olarak değil bir yaşam zorunluluğu olarak kabul eder. Öyle bir zorunluluk ki er ya da geç kendisini ona uydurmak zorundadır. Yüksek bir idrak seviyesine ulaşmış bir insan için, hayal etmek, binlerce başka güzel özelliğinin yanı sıra, her eylem ve her ilerlemenin süsü ve itici gücüdür. Heraklit, kendi kâinatında, zaman tarafından düzenlenen karmaşık bir yığıntı görüyordu. Zamanı renkli taşlarla oynayan bir çocuğa benzetiyordu. Çocuk taşları dilediği gibi ayırmakta veya birleştirmekteydi. Ne ince bir mukayese! Bu yapıcı, yaratıcı ihtiras, dünyalara hükmeden manasız irade ile kaynaşmıyor mu! Bu ihtiras sonradan yıkmak için yaratmadı mı bu dünyaları! Bu dünyalar varoldukları müddetçe kusursuz ve mükemmeldirler, sonra da içlerinde barınan kanunlar sebebiyle kendi çöküşlerini hazırlarlar. Biz de böyle bir dünyada bulunuyoruz. Biz de bu dünyaya hükmeden kanunlara tabiyiz. Onların birer parçasıyız ve kendimizi onlardan kurtarmamız mümkün değil. Emin olabileceğimiz sadece bir tek şey vardır: yanılgı ve hayal bu dünyanın yegane itici güçleridir…”

“Merhametli Allah adına!” diye bağırdı Ebu Ali. “Hasan sen de çok özel kanunlara tabi olan bir dünya yaratmadın mı! Senin dünyan renkli, ilginç, ve gerçekten de epeyce korkunç! Alamut’u sen yarattın İbni Sabah!”

Bu itiraf Hasan’ın dudaklarında bir gülümseme belirmesine yol açtı. Buna karşın Buzruk Ümid düşünceli ve şaşkın bir şekilde dinlemek ve izlemekle yetiniyordu. Konuşmanın yavaş yavaş kendisine tamamen yabancı ve anlaşılmaz olan bir alana kaydığının farkındaydı.

“Yaptığın şakada, aslında, epeyce gerçek payı yar sevgili dostum Ebu Ali” dedi Hasan düşünceli bir ifadeyle. “Az önce aşağıda size size söylediğim gibi, ben yaratıcının işliğine bizzat giderek, onun ne yaptığına baktım. Belki de çok merhametli olduğu için, geleceğimizi ve ölüm günümüzü bizden sakladı. Benim de başka bir şey yapmaya niyetim yok. Bu dünyâdaki hayatımızın bir hayalden daha iyi olduğu nerede yazılı Allah aşkına! Fakat bilincimiz hayal olanla gerçek olanı ayırt etmeyi; becerebilir. Eğer fedaîlerimiz uyandıkları zaman gerçekten cennette olduklarına ikna olmuşlarsa, o zaman gerçekten de oradaydılar! Çünkü gerçek ye sahte cennet arasında bir fark yoktur. Bir yerde bulunmuş olduğumuza gerçekten inanıyorsak, o zaman oradaydık demektir. Gerçekten Allah’ın bahçelerine gitseler yine aynı zevkleri, aynı mutlulukları tatmayacaklar mıydı! Epikür’ün ne dediğini hatırlıyor musunuz! İnsanoğlu acı ve elemden mümkün olduğunca kaçmalı, refah ve mutluluk dolu bir yaşam sürmeye çalışmalıdır. Fedailerden daha şanslı kim vardır ki şu dünyada! Düşünün, cennete gittiler! Onların yerinde olmak, için neler yenmezdim ki! Ah! Aşağıdaki bahçelerin, gerçekten de cennet olduklarını kendimi bir kerecik ikna edebilseydim… ve onlardan zevk alabilseydim!”

“Gerçek bir sofistsin!” diye bağırdı Ebu Ali: hayranlıkla. “Hemen işkence tezgâhına yatır beni! Nasıl olsa, sende bu yetenek varken kuştüyü bir yatakta yattığıma anında ikna oluverirdim. İsmail’in sakalı adına, mutluluktan gülerdim bile…”

Ebu Ali’nin neşesi kara kara düşünen Buzruk Ümid’e bile bulaşmıştı.

“Aşağıdaki yiğitlere bir göz atmaya ne dersiniz!” diye sordu Hasan.

Ayağa kalkarak balkonun parmaklıklarına gittiler.

“Henüz her şey sakin” dedi Buzruk Ümid. “Tekrar konumuza geri dönebiliriz… Bize diyorsun ki İbni Sabbah, tek bir kerecik bile olsa cennette olmaya inanmayı arzu ederdim. Fakat fedaîlerin buna inanıyor olsalar bile, ellerine gerçekten de çok şey geçiyor mu! Her yerde bulabilecekleri yiyeceklerden tadıyorlar ve güneşin altında bulunan genç kızlarla tanışıyorlar…”

“Hayır!” diye sözünü kesti onun Hasan. “Sıradan bir ölümlü için, yemekler aynı olsalar bile nerede yediği çok önemlidir. Bir sultanın sarayında yemekle sıradan bir evde yemek arasında dağlar kadar fark vardır. Keza sıradan ölümlüler birbirlerine ikiz kardeş kadar benzeseler bile, bir prenses ve sığırtmaç kız arasındaki farkı anında anlayabilirler. Çünkü duyduğumuz haz sadece vücudun algılamalarına bağlı değildir. Haz almak basit bir olay değildir… o kadar çok değişik etkilere bağlıdır ki! Ebedi bakire kalan bir huri olduğuna inanılan bir kızdan alman haz ile sıradan bir köle kızdan alman haz kesinlikle aynı şey değildir.”

“Unuttuğumuz bir noktaya parmak bastın” diye bir anda lala karıştı Ebu Ali. “Kuran cennet kızlarının bekaretlerini asla yitirmeyeceklerini söyler. Buna bir çare buldun mu! Unutma, böyle küçük ayrıntılar tüm planını bir anda rezil edebilirler…”

Hasan güldü:

“Aşağıdaki kızlardan çok azının el değmemiş olduğunu biliyorum… Apama’yı ta uzaklardan buralara kadar boş yere getirmedim herhalde! Kendisinin bir zamanlar Kabil’den Semerkant’a kadar uzanan tüm bölgelerin en meşhur en maharetli aşiftesi olduğunu unutmayın! On âşık eskittikten sonra bile on altı yaşındaki bir bakire kadar genç ve taze kalmasını beceriyordu. Nasıl beceriyordu bunu! Kendine has bir sırrı vardı elbette. Aslında çok basit bir şey ama bilmeyenler için gerçek bir mucizedir bu. Bu mucizenin anahtarı çeşitli minerallerin karışımı bir sıvıdır. Bu sıvı, doğru kullanıldığı takdirde zarların eski elastikiyetlerini kazanmalarına yardımcı olur. İlk defa bu zevki tadacak olan acemi bir çaylak, pek doğru olmasa bile, gerçekten el değmemiş bir bakire ile beraber olduğu hissine kapılır.”

“Gerçekten bunu da mı düşündün! Sen şeytanın ta kendisisin!” diye bağırdı Ebu Ali.

“Bakın! Fedailerden bir tanesi uyandı!” Buzruk Ümid aşağısını işaret ediyordu.

Üçü birden aşağıya eğilerek bahçeleri gözlemeye başladılar. Nefes bile almaya cesaret edemiyorlardı. Köşkün camdan çatısından kızların uyanmakta olan fedaîye bir şeyler anlatmaya çalıştıklarını görebiliyorlardı.

“Süleyman…” Hasan birden sesini alçalttı. Sanki aşağıdan kendisini duyabileceklerinden korkuyordu. “Cennette uyanan ilk ölümlü!”

FEDAÎLERİN KALESİ
ALAMUT
Wladimir BARTOL
Çeviren; Atilla DİRİM
Sf. 270-281, 4. Baskı, Ağustos 2004,
Yurt Kitap-Yayın
Orjinal adı: Alamut

——————————————
Ben kaledeyken

Kimi kitaplar vardır, güzeldir. Bir solukta okunur, okunanlar hatırda kalır, tekrar okunulacağı düşünülerek göz önünde tutulur ve eşe dosta tavsiye edilir. Kimi kitaplar vardır, okunamayacak kadar kötüdür. Kitabı okurken yazara methiye değil, küfür dizilir. Kitap biter, akılda hiçbir şey kalmaz. Aradan yıllar geçer, okuyucu o kitabı okuduğunu unutacak hale gelir. Kimi kitaplar da vardır, kitabın üstündedir. Tarif edilemez hislerle okunur. Her satır, her kelime fevkalâde önem arz eder, ve hatta okuyucusunun his ve düşünce dünyasını alt üst eder. Okuyucu kitap ile ilgili fikri sorulduğunda yalnızca derin bakışlarla karşısındakine bakar ve sıradan bir kaç kelime söylemekle yetinir. Esasında buradaki bakış, okurun ne denli büyük bir evrende dolaştığını anlatmaktadır; ama bu haleti ruhiyeyi okuyandan başkası anlamaz. Yıllar sonra bile o büyülü kitap okuyucunun karşısına çıktığında zaman durur ve o delici bakış tekrar görünür… Bu tip kitaplar okuyucunun hayatını değiştiren kitaplardır.

Okuyan her insanın hayatında böylesi kitaplar olduğu şüphesiz. Elbette ki ne kadar çok okursak hayatımıza bu önemli kitaplardan daha fazlasını katacağımız da su götürmez. Karşısında duramadığımız çıplak gerçekse, okuduğumuz her kitabın bu olağanüstü kitaplar olamayacağıdır. Bizi sıkıntıdan patlatan kitapların dahi zımni misyonu okuyucuyu olağanüstü etkileyecek kitaplara karşı fiziki ve manevi olarak hazırlamaktan ibarettir. Okumak, gecesiyle gündüzüyle yaşamaktır.

Yugoslav yazar Wladimir BARTOL’un ilk eseri olan ve 1938 yılında kaleme aldığı Fedaîlerin Kalesi: Alamut’la tanışmam 1996 yılında oldu. Atilla DİRİM çevirisiyle Yurt Yayınlarından çıkan kitap, fevkalâde bir başarı elde ederek ‘Best Seller’ raflarındaki yerini uzun müddet korumayı bildi. Popüler olan kitapların şişirme olduğunu düşündüğüm ve büyük tavsiyelerle okuduğum kimi popüler kitaplarda entelektüel yan bulamadığım için kitabı okumadım ve raflardan düşeceği günü bekledim. Kısmet bugüneymiş…

Alamut’un dünyama açtığı kapıları pek fazla izah edebileceğimi zannetmiyorum; fakat insanların dünya düzeni nasıl kurduğuna ve insanların inançları üzerinde yapılan politik değişikliklerle toplumların düş ve düşünce dünyasının ne şekilde kısırlaştırıldığı üzerine uzun bir sohbet yapabilecek düzeye geldiğimi söyleyebilirim. Hasta beyinlerin başa geçerek toplumlara hükmetmesi sonucunda ortaya çıkan tablolarda ‘mutluluk’ adlı metanın ne şekilde pazarlandığı ve inançların birilerinin oyuncağı şekline dönüştüğünü izah edebilirim. Esasında çok basit anlatılan ve yaşanılan kimi ritüellerin kötü niyetli kişilerin şahsi çıkarlarını gözeterek bireyin geleceğini şekillendirecek şekilde değiştirildiğini ve asıl savaş olan dinler arası savaşın mahiyetiniyse hiçbir zaman anlatabileceğimi sanmıyorum. Anlıyorum; ama anladıklarım bana sancıdan başka bir şey vermiyor. İnsanoğlunun kendi sonunu yarattığını gördüğüm her an geçmişim daha da kararıyor ve böylelikle insana ve insandan gelene karşı olan saygım her an daha da azalıyor.

Alamut hakkında yapılacak detaylı bir analizin, yeni bir kitap yazmak anlamına geleceğini düşündüğüm ve okuyucunun kitaba karşı olan önyargılarını şekillendirmemek için diyeceklerimi burada bitiriyorum. İç dünyasında dini ve politik çözümlemeleri bitirmiş taliplerin okumasını dilediğim nadide bir kitap.

Samimiyetle

kaynak: anlamak[dat]com