18 Kasım 2010 Perşembe

Hamidiye Alayları-Koruculuk Sistemi Tarihçesi



Tarih boyunca Mazlum Kürt halkını boyunduruk altında tutan güçler, Kürt halkının toplumsal zaafiyet ve eksikliklerini iyi görmüş ve sürekli bir şekilde bunları kendi lehlerine kullanmışlardır. Hem coğrafya, hem de toplum olarak bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı ve paylaşılmışlığı yaşayan Kürt insanı, toplumsal bir gerçekliği olan aşiretsel yaşam tarzı yani feodalizmden dolayı, çok çabuk ve kolay bir şekilde birbirinden izole edilmiş; daha da kötüsü birbirine karşı kullanılmıştır. Bundan dolayı da egemen olan sömürgeci devletler, Kürt halkının bu durumunu yine Kürt halkının haklı kıyam ve direnişleri karşısında ve diğer halklara karşı bir "denge unsuru" olarak kullanmaya çalışmışlar ve bunun için çeşitli kurumlar oluşturmuşlardır. Dönemin egemen devletleri, bu politikayla hem onları birbirlerine kırdırmayı hedeflemiş hem de dağınık olan gücü kendi otoritesi altında toplayarak kontrol altında tutmak istemiştir. İşte bu sinsi politikaların ürünü olan kurumlardan biri de 1891'de Osmanlı Sultanı Abdulhamid tarafından kurulan ve onun adıyla anılan "Hamidiye Alayları" dır.

Hamidiye Alayları, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme döneminde dört bir yandan çatırdadığı, boyunduruk altındaki halkların, ulusal kurtuluşları için başkaldırdıkları koşullarda oluştu. Osmanlılık sözünün artık halklar tarafından rağbet görmediği, her halkın kendi ulusal kimliğiyle ortaya çıktığı koşulların ürünü olan Hamidiye alayları ile Kürt ulusal kurtuluşu engellenmek istendi. Osmanlı, bu yolla savaşçı bir yapısı olan Kürt aşiretlerinin gücünden yararlanmak ve Kafkaslarda Rusların önüne set çekmek istemiş; öte yandan Kürt aşiretlerini bu yoldan Sultan'a bağlamak, merkezi politikalara dayanak haline getirmek istemiştir.

Bu gerileme ve çöküş sürecinde Kürdistan gibi stratejik önemi olan tampon bir bölgede oluşturulacak böylesine milis güçlerin, içte ve dışta yaşanılan sosyal ve siyasal çalkantıların önünü almasındaki önemini gören Osmanlı, Rusların ünlü Kazak alaylarını örnek alarak Kürtler arasında böyle bir yapılanmaya gitmiştir. Abdülhamit'in düşüncelerine önem verdiği Müşir Zeki Paşa; Van, Erzurum ve Bitlis taraflarına yaptığı bir seyahat dönüşünde huzura kabul olunduğu zaman, Abdülhamit'in "Anadolu'yu nasıl buldun?" sorusuna şöyle cevap verir:

Padişahım, Anadolu her bakımdan tamamen ihmal edilmiştir. Hududumuzun öbür tarafındaki Moskoflar ise, bize örnek teşkil edecek derecede gayret göstermektedirler. Mesela, bir Kazak teş- kilatları var ki, hakikaten örnek edinilmeye değer. Ruslar, hudutları içindeki aşiretlerden çok istifade ediyorlar. Bunları silah altına almıyorlar ama yılda bir buçuk ay, belli bir yerde topluyorlar. Kazak teşkilatı kadroları içinde talim ve terbiyeye tabi tutuyorlar ve sonra hepsini yine serbest bırakıp, evlerine gönderiyorlar. Bağ, bahçe ve tarlalarında, sürülerinin başında çalışmak imkanını veriyorlar."

M. Zeki Paşa'nın bu açıklamasından kısa bir süre sonra Abdülhamit'in emriyle, İbrahim ve Kerim Paşaların da yardımıyla Hamidiye Alayları'nın kuruluşuna başlanır.

Büyük umutlarla oluşturulmaya çalışılan Hamidiye Alayları, Kürtler tarafından beklenen ilgiyle karşılanmaz. Kürt aşiretleri daha baştan, Osmanlı yönetiminin bu politikasına güven duymadılar ve uzak durmayı tercih ettiler. 51 büyük göçebe aşiretten sadece 13'ü, Hamidiyeleri oluşturmayı kabul ederler. Ancak alaylara dahil aşiretlerin vergiden muaf tutulmaları; düzenli askerlik yerine kendi bölgelerinde kalarak askerlik görevlerini yapmış sayılmaları; devletle iliş- kilerde avantaja sahip olmaları; aşiret ileri gelenlerinin subay sıfatları ile maaş almaları vb. daha bir yığın ayrıcalığın tanınması, aşiretlerin ilgisini artırıyordu. Alaylara Osmanlı düzenli ordularının yanında yardımcı ve keşif görevleri verilir. Hamidiye Alayları ile Kürdistan'daki durumun yatıştırılması ve Kürt beylerine kayıtsız-şartsız itaatkarlığın kabul ettirilmesi hesapları da tümüyle gerçekleşmez.

Erzurum, Muş, Van ve Bitlis bölgelerinde ve özellikle de Dersim'de, asker toplama işleri kötü durumdaydı. Hamidiye Alayları'nın başına geçen aşiret reisleri, hem kendi aşiretleri üzerinde hem de bölgede önemli bir gücün sahibi oldular. Çünkü aşiret reislerinin elde edilmesi demek, aşiret mensuplarının tümünün Osmanlıya itaat etmesi anlamına geliyordu. Ve bu alaylar Osmanlı'nın verdiği geniş yetkiler ve destekle, bugünkü köy korucularının sisteme dayanarak kendi insanlarına karşı uyguladıkları zulmün benzerini icra ediyorlardı. Rus subayı ve araştırmacısı Averianov bununla ilgili olarak şöyle diyor:

"
Olumsuz sonuçlardan biri de aşiretlerin parçalanması ve bazı reislerin güç kazanmasıdır. Kürt reisleri giderek bütün Kürt aşağı tabakasını, hiçbir kontrole tabi olmaksızın ellerine almışlardır. Aynı zamanda aşiretler parçalanarak birbirine düşman olmuşlardır. Büyük Kürt aşiretlerinin parçalanmaları, Türk hükümeti için siyaset olarak faydalıdır. Çünkü parçalanma, bütün Kürdistan'da tanınan, görüşlerine saygı gösterilen büyük Kürt ailelerini ve reislerini zaafa uğratmıştır… Aşiretlerin parçalanması, aynı zamanda Kürtler arasında çatışmalar, talanlar, hayvanların kaçırılması ve köylerin dağıtılması ile sonuçlanan gerginliğe yol açmıştır. Bu durumdan ise, reisler ve diğer nüfuz lu kişilerden çok, bunlara tabi olan ve hiçbir hak sahibi olmayan aşağı tabaka zarar görmüştür."

Bu konuda Kürdistan Gazetesi'nin 14 Eylül 1901 tarihli sayısındaki "Alayên Siwarên Hemîdî" başlıklı yazısında şöyle geçmektedir:

Hamidiye Süvarilerinin elinde silah var, Sultan'ın ferman ve imtiyazlarına sahipler. Bu yüzden Hamidiye mensubu olmayan Kürtlerin köy ve kasabalarını basıyor, onları talan ediyorlar. Mazlum ve mağdur Kürtler hükümete başvuruyor, Sultan'a çağrıda bulunuyor, adalet istiyorlar ama bir sonuç alamıyorlar. Çünkü bu işin baş sorumlusu Sultan'ın kendisi. Öyle olunca kendileri de, can ve mallarını korumak için Hamidiye Süvari Birliklerine kaydolmak istiyorlar…"

Hamidiye Alayları özellikle Kürtlerden oluşturulmuştur. Her ne kadar bu alayların sadece Kürtlerden oluşmadıkları belirtiliyorsa da ezici bir çoğunluğunun Kürtlerden oluşturuldukları bilinmektedir. Ayrıca Abdülhamit'in, Hamidiye Alayları'nı oluşturmada mezhep (Sünni-Alevi) ayırımı da gözetmesi, Kürtler tarafından olumsuz karşılanır.

Hamidiye Alayları'nın kuruluşuna en uygun iki bölgeden başlandı. Birinci bölge, Erzurum-Van arasında, Rusya'ya sınır olan yerleri; ikinci bölge ise, Mardin-Urfa arasında kalan arazinin kuzey kısımlarını kapsıyordu. Abdülhamit'in Hamidiye Alayları'na ilişkin emriyle, Erzincan'ı kendisine merkez yaparak, 1891 ilkbaharında çalışmaya başlayan 4. Ordu Komutanı M. Zeki Paşa, Mirliva Mahmut Paşa'yı Van, Malazgirt ve Hınıs taraflarına göndererek, Hamidiye Alayları'nın örgütlenmesini başlattı. 1891 yılına gelindiğinde Erzincan, Dersim, Erzurum, Amed, Van, Malazgirt, Urfa ve Kürdistan'ın daha bir çok yerinde, toplam yüze yakın alay meydana getirilmişti.

Öte tarafta bu çabalar ve politikalar sürdürülürken Kürt aydınları da bu politikaların amacına ulaşmaması yönünde çaba sarf ediyorlardı. Hamidiye Alaylarının kuruluş tarihleri aynı zamanda Kürdistan'da basının gelişim yıllarına denk geldiği için, bu yönde girişimler yoğunluk kazanmıştır. Kürt aydınlanma hareketinde önemli bir aşamayı ifade eden "Kürdistan" gazetesinde yayınlanan makalelerde ulusal bilinç öne çıkarılı- yor ve başkalarına hizmet etme kıyasıya eleştirili- yor. 13 Mart 1901 tarihli 27. sayısında, Kürtlerin Abdülhamit'in planlarına alet olmaları eleştirilerek şöyle deniliyor:

"Kürtler! Biliyorsunuz ki ne kadar ulus varsa, tümü kendi iyilikleri için çalışıyorlar. Kürtler için çok kötü bir durumdur ki hep yabancılara hizmet ettiler. Bu hükümetin yolunda çok Kürt, savaşlarda öldürüldü. Beş yüz yıl önce vatanımızda bir Türk yoktu. Türklerin tümü Turan'dan vatanımıza geldiler ve vatanımızda bize hükmediyorlar. Kanlı ve despot padişahları, kendilerine 'halife' adını vererek, ne kadar zulüm çeşidi varsa uyguluyorlar. Siz bu durumu bilmi- yorsunuz. Zira siz cahilsiniz; duruma hakim olmamanız için, hükümet her zaman sizi cahil bıraktı."





Hamidiye Alayları'nın Kuruluş Amacı

Abdülhamit döneminin bazı yüksek görevlileri, Hamidiye Alayları aracılığıyla her şeyden önce Kürtler arasında yurttaşlık duygusunu oluşturmanın ve giderek onlara Osmanlı hükümetinin otoritesine boyun eğdirmenin gereğine inanıyorlardı. Hamidiye Alayları konusunda yaptığı açıklamaların birinde Abdülhamit, "Rumeli'nde ve bilhassa Anadolu'da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır" diyordu. Hamidiye Alayları'nın, meydana gelebilecek rejim karşıtı olaylarda Kürtlerden yararlanmak için kurulduğunu belirtiyordu.

Hamidiye Alayları ile Kürtleri Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran'a karşı saldırı aracı durumuna getirme amacı yanında önemli amaçlardan biri de, Kürt "başıbozukları(!)"nın önünü almak, Kürtleri Osmanlı idari makamlarının sıkı gözetimi altında durdurmaya alıştırmak, istisnasız bütün Kürt aşiretlerinin bağımsız durumunu yok etmekti. Hamidiye Alaylarına ilişkin batılılara yapılan açıklamalarda amaç şöyle belirtilir: "Kürt çapulculuğunu, yine onlardan oluşturulmuş düzene ve disipline alışık güçlerle bastırmak amacıyla kurulmuştur."

Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılmasından sonra Kürdistan'da oluşan "otorite" boşluğu da Osmanlı yönetimini korkutuyordu. Hamidiye Alayları'nın Kürdistan'da denetim ve kontrol mekanizmasının yeniden oluşturulmasında araç olarak kullanıldıkları da söylenebilir.

Ulusal, dinsel ve mezhepsel farklılıklar alabildiğince kullanılarak, halk düşmanı planlar birer birer uygulanmaya konuldu. Hamidiye Alayları, Rusya ve İran'a karşı oluşturulan cephelerde ve Balkan Savaşı'nda Osmanlı saflarında yer aldılar.

Büyük devletlerin Ermenilere ilişkin reform paketleriyle sürekli bir biçimde karşı karşıya olan Osmanlı devleti, gittikçe gelişen Ermeni ulusal uyanışını her ne pahasına olursa olsun engellemek istiyordu. Osmanlı devleti, Ermenilerin hoşnutsuzluk ve muhalefetini yok etmenin yolunu, bu halkın doğrudan ortadan kaldırılmasında görüyordu.

İttihat ve Terakki'nin, yönetimi ele geçirmesinden sonra da devlet, Kürt aşiretleri ve liderleri arasındaki çelişkileri kullanmaya ve bunlardan alabildiğince yararlanmaya çalıştı.

İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, Hamidiye Alayları'nın statüsü yoğun bir biçimde tartışılmaya başlandı. Hamidiye Alayları'nın hemen dağıtılmaları için, değişik yörelerden İstanbul'a ortak dilekçeler gönderildi. İttihat ve Terakki çevresinde ve basında da Hamidiye Alayları'na karşı girişimler başladı. Bunun üze- rine 1909'da Hamidiye Alayları kısmen silahsızlandırılmaya başlandılar. İttihat ve Terakki yönetiminin hem genel bir Kürt isyanından korkması hem de Rusya ile olası bir savaşta Hamidiye Alayları'ndan yararlanma düşüncesinden vazgeçmemiş olması, Hamidiye Alayları'nı tümden dağıtma girişimlerinin sonuçsuz kalmalarına yol açıyordu.

Hamidiye Alayları'nı ortadan kaldırmaktansa yeniden örgütlemeyi uygun bulan hükümet, bunun için iki komisyon oluşturdu. Birinci komisyon, sınır boylarındaki kuzey grubunun, ikinci komisyon ise çöl alaylarının yeniden düzenlenmesi ile görevlendirildi.

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Osmanlı yönetimi başta Hamidiye Alayları olmak üzere, Kürt aşiretlerinden daha iyi yararlanmanın yollarını bulmaya çalıştı.

Hamidiye Alayları dönem dönem değişikliklere uğrasa da hiçbir zaman resmi anlamda tamamıyla ortadan kaldırılmamıştır. Günümüze ise kendini Köy Koruculuğu olarak taşımıştır.

Halkımızın siyasal bir gerçekliği var. O da zaaflı, yaralı, derbeder ve kendi coğrafyasında başkalarının tahakkümü altında yaşamasıdır. Hamidiye Alayları'ndan tutun, ta Köy Koruculuğu'na kadar; Kürt Halkı içinde dayatmalar ve zorbalıkla oluşturulmuş askeri kurumların tümü, bunun ürünüdür. Kürdistan, sürekli başka devletlerin mücadelelerine sahne olmakla kalmamış, bu savaşların kurbanları da Kürt Halkından seçilmiştir. Bunlar kimi zaman devletlere, çoğu kez de Kürt Halkının kendi özgürlüğü uğruna geliştirdiği kıyam ve direnişlere karşı kullanılmıştır. Bu zaafı aşmanın yolu; tarihimizi bilmekten, tarihi sorgulamaktan ve köklü bir tarihi birikime ve bilince sahip olmaktan geçer. Başarıyı, özgür bir yaşamı ve yurtseverliği, ancak böyle bir anlayışın üzerine bina edilebilir ve geçmişin hatalarından ancak bu bilinçle kurtulabiliriz.

Kaynak :Mezopotamya’nın Kadim Halkı Kürtler / Emine ERİNCİK

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yalnız Müzikten Anlayan Müziği de Anlamamıştır... - Mehmet ATLI


Benden müziğim üzerine bir yazı yazmam istendi.Bu, balığa denizi sormak gibi bir şey, diye iddialı bir laf etmeyeceğim. Ama, biraz da böyledir, diyeceğim. Yalnız müzik için değil, her tür insanî faaliyet için teori ve pratiğin iki ayrı bilgi alanı, iki farklı metodoloji ve disiplin, farklı kavramsal araçlar ve muhakemeler, farklı beceriler, velhasıl iki ayrı dünya tanımladığını belirtmek isterim her şeyden önce. Bir şeyi yapmak başka, yapılan üzerine fikir üretip konuşmak, yazmak başka bir şeydir desem, çok bilinen ama unutulan bir gerçeği hatırlatmış olurum sadece. Bu ikisini lâyıkıyla bir arada yapabilen özel donanımda insanlar da var mutlaka. Ben onlardan biri değilim.Ama bu böyle diye müzik üzerine hiç bir şey konuşamam denemez. Söz konusu olan kendi müziğim (kendi müziğim diye bir şey varsa tabii) olunca bir tutukluk yaşıyorum. Bunu ben yapmamalıyım diye düşünerek. Çünkü bana göre artık dünyanın her yerinde olduğu gibi Kürtlerin de eleştiri, analiz gibi alanlarda yol alması gerekiyor. Gerçekten, elinde saz şarkı söyleyen, elinde kalem şiir yazan, elinde kamera film çeken insan sayısına göre bu konularda sadece fikir üretmeyi, koleksiyonerliği ya da arşivciliği, analiz ve kritik gibi alanları seçmiş; bunu iş edinmiş, bu işten gocunmayan, bunun değerinin bilincinde insan sayısının bu kadar az olması, üzerinde düşünmeye değer, dahası, aşılması gereken bir olgudur.

Benimle yapılan çeşitli söyleşilerde bu konu üzerinde durdum aslında. Örneğin 2006 yılında Adem Yavuzla yeniperspektif.com için yaptığımız söyleşide şunları söylemişim:“Eleştiri her şeyden önce modern bir tavır ve modern dünyaya özgü bir kategori. Pek çok alanda olduğu gibi eleştiri alanında da daha yeni yeni bir kültürün oluşmaya başladığını söyleyebilirim. Bu eksiklik, bizim tarihsel ‘gecikmişliğimizle’ ve Ortadoğulu kimliğimizle mutlaka ilgili. Tanpınar'ın sözleriyle söylersem; nasıl bir geleneğimiz olduğundan çok bizim gelenekle nasıl bir ilişki kurduğumuz daha önemli. İlişkiyi önemseyen bir bakış, daha dinamik bir kavrayış ve tartışma alanı açacaktır önümüze. Yoksa diğer türlü, geçmişi dondurup hayranlıkla izleriz. Öte yandan, ‘bir ulus inşa etme’ problemi olan her topluluk güçlü bir geçmiş ve gelenek iddiasını canlı tutmak zorunda. Fakat bunu, resmi söylem kurucularına bırakmak ve evet, güncel sorunlarımıza bakmak zorundayız.Müzisyenlik gibi hayatla canlı bağları olan bir alanda yeni üretimleri ve geçmişle kurulan zengin ilişkileri önemsiyorum. Geleneksel mirası hoyratça tüketen kolaycılığı değil. Tüm bunlar eleştiri disiplininin ele alabileceği geniş tartışma olanakları açıyor önümüze. Kürtler arasında hala bir müzik yayıncılığının olmayışı, müzik eleştirmeninin bulunmayışı, elinde saz şarkı söyleyen insan sayısına oranla müzik üzerine düşünen ve yazan bu kadar az sayıda insanın oluşu, sözlü kültür alanından bir türlü yazının dünyasına geçemeyişimizle de ilgili diye düşünüyorum. Bir de şunu unutmamak gerek: henüz müzisyenleri ya da yazarları besleyecek bir sanat piyasası dahi oluşmamışken eleştirmenlik kurumunun var olabileceği koşullar neredeyse yok. Bu koşulların oluşması sanatın pratik ve teorik bilgi alanlarında uğraşmayı profesyonel meslek olarak seçmeyi ve böyle geçinebilecek bir piyasayı gereksiniyor. Yavaş yavaş bu koşullara yaklaştığımızı seziyorum. Bir de şu var: Geçmiş herkese eşit uzaklıkta ve değeri konusunda herkes mutabık. Bugünü tartışmaya başlamak, taraf olmak demek. Bundan kaçınıyoruz sanki.

”Bugün de aşağı yukarı aynı noktadayım. Bu yüzden, müzik yayıncılığıyla ilgili gelişmeleri önemsiyor ve bu derginin çıkmasında emeği geçen herkesi kutluyorum. Daha önce söylediğim şeyleri tekrar etme pahasına da olsa, bu ilk sayıda olmak istememin nedeni, önemsediğim bu çabanın yanında olduğumu hissettirmek istemem.Bu uzun girizgâhtan sonra konuya dönersem; “müziğim” hakkında konuşamasam da müzikle kurduğum ilişki üzerine bir şeyler söylemek isterim. Harcadığım bunca mesaiye ve iyi kötü para kazanmama rağmen ben müzikte hala amatör sayılırım. Geçimimi hala büyük oranda başka bir işten sağlıyorum. Bu, ne içinde ne dışında, hem içinde hem dışında olma hali beni ne kadar yıpratsa da müziğim için hayırlı sonuçları oldu diyebilirim. Bana istemediğim sahnelere çıkmama, gereksiz yere çok albüm yapmama, benden istenen sözleri değil içimden gelen sözleri ve sesleri duyurma gibi özgürlükler ve seçme şansı sağladı, sağlıyor. Kürtçenin trajik hikayesi düşünülürse başka şansım da yoktu. Ya piyasada bir yer arayacak ya da başka bir işten geçim sağlayıp sevdiğim işi fazla yıpratmamaya, onla kurduğum ilişkiyi fazla zedelememeye çalışacaktım. İkincisini seçtim ya da seçmek zorunda kaldım. Öte yandan, bunun cesaretsizlikle de bir ilgisi olduğunu teslim ediyorum.Kürt müziğinin temel problemi Kürtlerin temel probleminden bağımsız değil: Özgürlük. Dolayısıyla benim müzik hayatımda da en belirleyici temel sorun Kürtçenin ve Kürtlerin özgürlüğü sorunu. Kürt sanatçıların bir an önce dünyadaki diğer meslektaşlarının sahip bulunduğu asgari koşulları elde etmek gibi bir sorunu vardır. Bu sorun, Kürt müziği ile Kürt siyasetinin kesiştiği noktayı ifade eder. Burada Kürt müziğinin ikinci temel sorunu belirir: Kürt sanatının siyasetten bağımsızlaşması problemi.Siyaset-sanat ilişkileri her çağda ve her coğrafyada netameli bir konudur. Bu konudaki kişisel fikrim, sanatın kendi özgül düzleminde, kendi araçları, kendi ifade biçimleri içinde kalmak kaydıyla, sanatçının tamamen özgür vicdanî ve fikrî kanaatleri ile düşünüp, davranıp sanat icra eylemesi yönündedir. Kürt sanatı artık kendi gündemlerini oluşturabilmeli, kendi ayaklarının üzerinde durabilecek bir piyasaya ve icra özgürlüğüne kavuşmalıdır. Siyasetin buradaki rolü, sanata ve sanatçıya bu özgürlükleri sağlayacak ortamı hazırlamak için mücadele etmekle sınırlı olmalıdır.

Bu, sanatçıların kendi siyasi görüşleri, duruşları ya da faaliyetleri olmayacağı ya da olmaması gerektiği anlamına gelmez. Tam aksine, toplumsal her olgu gibi sanatın da siyasal bir yönü vardır ve sanatı büsbütün bireysel bir faaliyet olarak görmediğimi vurgulamama gerek bile olmamalı. Birçok sanatçının günlük bir gazete dahi okumadığı koşullarda, asgari düzeyde politik ilgileri olan bir camiaya özlem duyan, bunun kıymetini gayet iyi bilen biri olarak söylüyorum bunları. Ne var ki, yine Kürtçenin ve Kürtlerin yaşadığı trajik modern tarih, dünyanın pek çok ülkesinde aşılmış, artık modası geçtiği ya da böyle bir gündem olmadığı için konuşulmasına bile gerek duyulmayan bu gibi konuları bizim için hâlâ canlı, güncel problemler kılmakta.

Bize özgü bu sorunları aşmak ve dünyanın diğer kültürleriyle canlı, zengin, yaratıcı ilişkiler kurmak birinci önceliğimiz olmalıdır. Kağıt üstünde kolay gibi görünen bu hedefin kişisel olarak benim için de, mensubu olduğum Kürt sanat camiası için de henüz hayal olduğunun bilincindeyim. Ama vizyonumuz bu olmalı diyorum.“Yalnız müzikten anlayan müziği de anlamamıştır” diye bir söz okuduğumu hatırlıyorum. Bu, hayatıma yön veren bir ilke oldu. O kadar yön verdi ki neredeyse müziğe zaman ayıramaz oldum! Şaka bir yana, gerçekten vaktimin çoğunu geçim telaşı, aile ve eş-dost ilişkileri, gazete ve kitap okumak, olanca sosyalliği ile hayat alıyor yani. Müzik ise bu hayatın bir parçası sadece. Bu övünülecek bir durum değil ama şunu söylemek istiyorum; müzik ya da genel olarak sanat, geniş bir kültürel evrenden, hayatın kendisinden beslenmek durumunda. Steril ortamlarda çok konsantre bir sanat hayatı bana ne sıcak ne de insanî geldi. Bu konuda yanılıyor ya da çok tembel davranıyor da olabilirim doğrusu.Benden bu yazı için fotoğraf istendiğinde aşağıdaki fotoğraf geldi aklıma. Müzisyenlik maceramızla ilgili fikir verdiği için. Yıl 1984 olmalı. Galatasaraylı olduğum zamanlar...Ablam naylondan bir 5 numara dikmiş sırtıma...Abim beni Diyarbakır’ın o yaz sıcağında, Bağlar’daki evimizin damına çıkarıp sazla bir fotoğrafımı çekmiş. Nedense, damın orta yerinde duran bir sandalyede ve çizgili pijamamla...35 yaşıma geldiğim şu yılda müziğe hevesli Kürt çocukları, gençleri artık daha iyi şartlarda yetişsin istiyorum. Onlara bırakacağımız mirası önemsiyorum.

Bir de şu var, her olgu gibi sanatın ve sanatçının kendisi de tarihseldir. Yani tarih denen deryanın belli bir dilimiyle ilgilidir. Sizden öncesi ve sizden sonrası vardır. Hiç bir sözü, hiç bir sesi yerçekimsiz bir boşluğa söylemezsiniz. Bir sanatçı için hürmet ettiği, kulak verip kendine rol modeli olarak seçtiği sanatçılar çok önemlidir. Bunların bilincine varan bir sanatçı bir nebze olsun şişkin egosunu sınırlayabilir. Ben izinden yürümeye çalıştığım ustalarla onur duyuyorum.Nizamettin Ariçler, Şivan Perwerler, Aram Tigran ve Ciwan Hacolarla… Metin Kahraman, Serdar Keskin ve Kerem Gerdenzerîler, Livaneli ve Ahmet Kayalarla... Ne kadar lâyık olabilirim bilemem, ama kimlere kulak verdiğiniz çok önemlidir, bunu söylemek isterim.

 Sınırlarının ve imkânlarının farkında olmaya çalışarak…
Geçmişle gelecek arasındaki bu süreklilik içinde kendine özgü bir renk olabilmek...
Bizden sonrakilere daha iyi koşullar sağlamak için uğraş vermek.
E, birazcık daha konforlu bir hayat tabii…
Müzik adına tüm çabam bunlardan ibaret.


MEHMET ATLI ( Do-jin Müzik Dergisi için Yazdığı Yazıdır. )

2 Kasım 2010 Salı

Bir redd-i aşk destanı:Zembilfroş!



Tarihin ve mitolojinin bütün tutkulu aşk destanlarından farklı bir efsane yaratmış olan Zembilfroş'un Sirgut köyündeki mezarını ziyaret ettik.Yaşlı adam, 'Bizim de bir Zembilfroşumuz var' dediğinde şaşırmıştık.
Teybinde, erbane eşliğinde derwişlerin dini motiflerle süslediği Zembilfroş destanı vardı. İsterseniz götüreyim dedi sizi. Şaşkınlığımız meraka döndü bu kez. Teypten yükselen ses, Zembilfroşa ne kadar yakın olduğumuzu söylüyordu adeta.

Zembilfroş'u ilk kez köylerde sokak sokak dolaşan Derwişlerin ilahi tarzındaki müziklerinden duymuştum. Sonra Gülistan'ın insanı mest eden o güzel sesiyle çağdaş müzik versiyonunu... Fakat yine de Zembilfroş'u ziyaret edebileceğimi düşünmemiştim hiç. Ama beynimizi meşgul eden esas soru başkaydı: Diyarbakır'ın (Amed) Silvan (Ferqin) ilçesindeki Zembilfroş nasıl olmuştu da Güney Kürdistan'a gelmiş ve burada gömülmüştü? Yoksa bu başka bir Zembilfroş muydu? Oysa biz Zembilfroş'un öyküsünü Mervani Kürt devleti zamanına ait biliyorduk. Amed ve Ferqin yöresinden geçtiğini öğrenmiştik. Bütün bunları anlattığımız yaşlı adam, gülümseyerek, 'Şimdi görürsünüz' demekle yetindi.

Yürümeye devam ediyoruz. Bahar, gözlerini yeni açan küçük bir çocuk gibi kışın mahmur uykusundan uyanıyor. Güney Kürdistan'ın yemyeşil badem ağaçlarının çiçek açtığı doyumsuz günler bunlar... Ve yol kenarında nergiz çiçekleri satıyor küçük çocuklar... Duruyoruz... Bahçelikler ve bağların arasında, beyaz gelinliğini henüz çıkartmamış kar kaplı dağları seyrediyoruz uzaktan. Yaşlı amca tecrübenin kazandırdığı yetenek ve güçle içimizdekileri okuyor adeta. Bilgece bir tebessümle, 'Şu gördüğünüz dağlar Haftanin, Metina ve Garê dağlarıdır' diyor.

'Bizim Zembilfroşumuz onların yanındadır' diyor usulca. Kırmızılar içinde, yırtık ayakkabısıyla bahar kokulu Kürt çocuğuna sarılarak bir deste nergiz çiçeği alıyoruz. Bu nergizler, Newroz çiçeklerine açılacakları günleri müjdeliyorlar insana. 'Birazdan varacağız' diyor yaşlı amca. Duhok'ta yola çıktığımızdan beri kaç saat oldu bakamadık. Ne ki az sonra, çevresi taş duvarlarla örülmüş, içindeki ağaçların rengarenk bezlerlerle bağlanıp asıldığı alana açılan demir kapının önünde duruyoruz. Önündeki tabelada 'Mezargeha Zembilfroş' yazıyor. İşte o zaman anlıyoruz Zembilfroş'un mezarlığına geldiğimizi.

Güney Kürdistan'daki Zembilfroş mezarlığı, Zaxo ile Dohuk yolu üzerinde bulunan Sirgut köyünde. Batufa nahiyesine 5 kilometre uzaklıkta. Zembilfroş mezarlığının kuzey doğusunda bölgenin en meşhur tarihi yerlerinden birisi olan Qela Şabanî (Şabanın Kalesi) bulunuyor. Bölge halkı, Zembilfroş destanının burada yaşandığını iddia ediyor. Zembilfroş destanı kişiliğin nefsine karşı kazandığı büyük bir kahramanlık örnegi... İnancı ve idealleri uğruna ölmeyi göze alan bu büyük destanın öyküsü her yerde aynı aslında. Bazı teknik, tarihi ve coğrafi farklılıklar görülse de özünde aynı hikayedir anlatılan. Bilinen sevda destanlarından çok farklıdır Zembilfroş. Çünkü bu karşılıksız bir aşkın, karşılık veremeyenin trajik destanıdır.

Zembilfroş efsanesinin, Batufa yöresindeki Sabani Kalesi'nde hüküm sürmüş Behdinan Sultanı zamanında geçtiğini anlatıyor Güney Kürdistanlılar. Diyarbakırlılar ise olayın Mervani Kürt devleti döneminde Ferqin yöresinde geçtiğini savunuyorlar. Güney Kürdistan'daki Zembilfroş mezarının bulunduğu Sirgut köyünde görüştüğümüz köylüler. Zembilfroş'un kendilerine ait olduğunu söylemekle yetinmiyor, destanını da anlatıyorlar bize.

Hayatın bilgeliği

Anlatılanlara göre, çok zengin bir beyin oğluymuş Zembilfroş. Yakışıklıymış. Doğal olarak avlanmayı ve eğlenmeyi severmiş her bey çocuğu gibi. Ta ki günün birinde bir mezarlıktan geçerken, ruh dünyasında yaşadığı olağanüstü değişime kadar... İşte o mezarlıktan geçerken, yaşamı ve ölümü düşünür, kıyaslar... Sadece soyut bir kıyaslama değildir fakat bu: Mala, mülke, zevke, sefaya sahip olmakla, bunlardan yoksun olmanın getirdiği iki farklı yaşam, bu iki farklı yaşamın sonucunda ortak tek bir kader: Yani ölüm!.. Varlığa sahiptir Zembilfroş. Peki nasıl biri olarak ölecektir? Varlıklı, boş biri olarak mı, yoksa belli ideallerin peşinden koşan, onurlu, halkının içinde, halkın gerçekliğini kavramış biri olarak mı? O, ikinciyi tercih eder, yani ideallerinin peşinden gitmeyi... İşte o andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Eşi ve çocuklarını alarak uzaklaşır saltanatın nimetlerinden. Köy-köy, şehir-şehir dolaşarak zembil (sepet) satmaya, böylece hayatını kazanmaya başlar. Zembil sattığı için de ismi 'Zembilfroş' olarak kalacaktır.

Derken günün birinde, şehirde zembil satarken sultanın karısı görür Zembilfroş'u ve ona aşık olur. Zembil alma bahanesiyle saraya davet eder ve dizelere dökerek ona aşkını açıklar.

Zembilfroş söz vermiştir fakat kendine... Tövbe etmiştir. Artık hiçbir şey onu inançlarından ve ideallerinden yıldırmayacaktır. Zevk ve sefaya yenilmeyecektir; sebebi aşk da olsa... Onu inançlarından ve ideallerinden uzaklaştırabilecek her türlü anlayışa güçlü bir kişilikle karşı koyacak, dik duruşuyla reddedecektir. Çünkü o, dünya nimetlerinden vazgeçmiş bir derviştir artık. Halkın arasına girmiş bir militandır. Evlidir ayrıca, eşi ve çocukları vardır. Bu yüzden Xatun'a orada ret cevabı verir.

Farklı bir iddia

Zembilfroş, Xatun'un ilanı aşkını reddeder böylece. Xatun kabul etmez elbette. Konuğu olduğumuz Hecî Saleh Gulî, bildik Zembilfroş destanının aksine, Xatun'un Zembilfroş'u orada tutuklattığını ve zindana hapsederek zincire vurduğunu anlatıyor. Buna göre Xatun, Zembilfroş'a olan aşkından vazgeçmez. Ona verdiği saltanatı ne zaman kabul ederse, o zaman serbest bırakılacağını ve özgürlüğüne kavuşacağını söyler.

Fakat Zembilfroş, yaşam ilkeleri doğrultusunda direnecektir. Derken günün birinde, ibadet etme bahanesiyle zincirlerini söktürür ve ibadet sırasında saraydan kaçmayı dener. Ancak kaçacak yer bulamaz ve teslim olması istenir. Buna karşı çıkan Zembilfıroş, sarayın burçlarından aşağıya atar kendini ve inançları, idealleri ölmeyi seçer. Heci Salih Gulli, dini motiflerle süslü bu destanı anlatırken hemen yukarıya düşen Şabanı Dağı'nı işaret ediyor bize. 'Bu dağın üzerinde Şabani Kalesi var' diyor. 'O kaleden atlayan Zembilfroş'u melekler almış, getirip buraya gömmüştür...'

Aşka adanışın destanı

Yaşlıların dilinde, dini inançların, nefse hakimiyetin ve iradenin destanı olan Zembilfroş, daha genç kuşaklarda büyük aşkın, büyük adanmanın ve büyük ilkeler uğruna ölümü tercih etmenin efsanevi sembolü olmuş. Bunlar, Kürtlerin Zembilfroşlarının çoğalması gerektiğini düşünüyorlar.

Yol boyu bize rehberlik eden yaşlı amca ise, 'Güney Kürdistan çağdaş Zembilfroşları da gördü' diyor. Aynı dağlarda kaç gerilla inancı uğruna ölüme gitti. Ve hatırlıyoruz, işbirlikçilere ve düşmana teslim olmamak için Beritan da aynı dağların zinnarlarından aşağı bırakmadı mı kendini? Diğer yoldaşları gibi çağdaş bir Zembilfroştu Beritan...

Kutsal mekan

Ve oturduğumuz yerden kalkarak Heci Salih Guli ve arkadaşlarıyla birlikte Zembilfroş'un mezarına geliyoruz. Mezarının sol yanındaki geniş arazide mayınlı saha işaretli levhalar dikkatimizi çekiyor. Heci Salih, Türk ordusu tarafından 1992 ila 1996 yılları arasında buraların mayınlandığını söylüyor. Onun anlattıklarına göre Zembilfroş'un ziyaret edilmesini istemiyormuş Türk ordusu. Gerillalar da oradaki savaşta destansı direnişler gerçekleştirmişler. Zembilfroş'un onları koruduğuna inanıyor Heci Salih. Diğer köylüler gibi o da, olağan bir gücün Kürt direnişçilerini burada koruduğunu söylüyor. Ve köylüler, her Kürt gencinin çağdaş bir Zembilfroş olması gerektiğini söyleyerek uğurluyorlar bizi.

Xatun'un Zembilfroş'a seslenişi:

'Zembilfroş zembila tine
Dikan bi dikan digerine
Hiş le xatžnê namine
Serî le zeman digerine
Gazi dike ku bibine
Were ser doşeka mire
Le te helal, herama mire
Bidime te zulfi herire
Çavê min e xezalan e
Singamin wek zozana ne
Bejna min wek rihan e
Ciqa beji hejane...'

(Zembilfroş zembil getirir/
Dükkanları dolaştırır/
Hatun'un aklı başından gider/
Başında zamanı dolaştırır...
Çağırır onu, der: Beni gör ve gel/
Gel Mir'in döşeğine otur/
Mir'e haram olan sana helaldir/
Zulfi heriri vereyim sana/
Gözlerim ceylanların gözündendir /
Göğsüm yaylaya benzer /
Reyhan gibi uzundur boyum/
Ne dersen kabulümdür)


Zembilfroş'un Xatun'a verdiği cevap:

'Xatûnê ez tobedarim
Delalê ez tobedarim
Zarok birçîne li malin
Ji rebbe jorî nikarim

('Hatun ben tövbekar biriyim/
Güzel ben tövbekar biriyim/
çocuklarım evde ve açtır/
Yukarıdaki tanrının hatırına, yapamam')

MEHMET YAMAN

ŞAH İSMAİL ASLINDA KÜRT'TÜ



Daha önceki "tarih hatırlatmalarımızda“, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’da ilk Kürt unsurların, Osmanlı-Safevi savaşları sırasında, Osmanlı’nın istekleriyle "Safevilere karşı cephe kurmak maksadıyla“; Kuzey İran’dan taşındıklarını/yerleştirildiklerini belirtmiştik. Bu nüfus hareketinin sebep ve sonuçları, bilindiği gibi günümüze değin taşınmış problemlerimizin ilk sahneleridir. Bu sahnelerdeki düşman Safevilerin, Alevi-Türkmen kimliğini biliyoruz. Bununla birlikte, Şah İsmail’in Türkçe ve güzel şiirler yazdığını ayrıca bir kaç kaba taslak bilgi-yorumla Osmanlı’nın ezeli düşmanı Safeviler hakkında pek bilgi sahibi değiliz.
Osmanlı’nın Safevilere karşı Kürtleri kullanması, Anadolu’da başta Alevi-Türkmenler ve gayri müslim unsurların aleyhine bir hareketti. Osmanlı, Anadolu’nun demografik yapısını tümüyle değişterecek bu hareketi, kendi Sünni iktidarı için tereddütsüz tercih etmişti.
Osmanlı’nın bu tercihini açıklayabiliyoruz, ancak ezeli düşmanı Safevilere karşı Kürtleri kullanmasında bir ince politikanın gizlendiğini düşünebilir miyiz?
Safevi devletinin kuruluşu, İslam ve Türkiye tarihinde gerçekten mühim bir hadisedir. Anadolu ve İran coğrafyasının tarihlerini belki de tümüyle değiştirmiş ender hadiselerden biri de budur.
Safevi devletinin kuruluşunun, İslam tarihi için önemli olan tarafı, Şiiliğin İran’a gerçek manada Anadolu Türkmenleri tarafından taşınmasıdır. Bu devleti kuran Kızılbaş adıyla anılan Anadolu Türkmenleri, Osmanlı ile çatışmayı göze almış, onun iktidarını reddetmeyi basarmışlardır. Osmanlı iktidarı ile Türkmenler arasında kanlı çatışmalara sebep olan Safevi ideolojisi ve taraftarlığı, belki de Osmanlı’nın yasadığı ilk büyük ayrışma olarak değerlendirilebilir. Alevi-Türkmenler’in modern Türkiye’de dahi sorunlarıyla ilgilenilmemesi, onlara zoraki hayatlar yaşatılması, asla ve kata Türk tarihi-edebiyatı-dili içersinde önemsenmeden anılmaları, bizce Safeviler döneminden kalma ayrışmanın farklı bir tezahürüdür.
(…)
Safevilerin Kürtlüğü:
Kökenleri, siyasi gelenekleri ve konumlarının anlaşılmazlığı itibariyle Safevi sülalesi, bilindiği gibi kadim Persia geleneğine oldukça yabancıdır. İranlılar için "ulusal“ rollerine uygun herhangi bir siyasi anı bırakmamışlardır.
Safevi ailesi, Moğol çağından beri bilinmekteydi. Sülaleye adını veren ata,
Şeyh Safiüddin İshak Erdebili’nin Kürt olduğu "Safvat al-Safa" isimli tarikat yazmalarında mevcuttur.
Karakoyunlu Cihansah’ın vakıf belgelerinde bu sülalenin sünni-Kürt olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Safevilerin ataları hiçbir kaynakta "seyyid“ olarak anılmamışlardır. Ancak bir dönem kendilerini Peygamber’in akrabası olarak yani Seyyid ünvanıyla takdim etmişlerdir.
Bu Sünni-Kürt sülale nasıl oldu da Türkleşti ve Alevileşti?
Safevilerin Türkleşmesi:
Safevilerin isim atası Şeyh Safiüddin’in dördüncü kuşaktan halefi Şeyh Cüneyt, o zamanlar Diyarbekir’de hüküm süren Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızıyla evlenince, Safevi sülalesi ile Akkoyunlular hısım oldular. Şeyh Cüneyt, uzun Hasan'ın kız kardeşiyle evlenmiştir. Safevi sülalesinin Türklerle kurduğu bu akrabalığın amacı, Anadolu içlerine kadar bir hakimiyet alanı açmaktı. Zaman içinde bir zamanlar Sünni-Kürt olan bu sülale, Alevi-Türkmenlerden etkilenecek ve de ilerleyen zamanlarda bütün ideolojisini bu etkileşim üzerine kuracaktı.
Nitekim, anne tarafından Akkoyunlu Prensi olan Şah İsmail, tarikatının propagandasını Oniki İmam’cı, Ali’ci olarak kurmuştu. Anadolu Türklerinden ve diğer Anadolu halklarından aldığı farklı özgürlükçü havasıyla, bu Türkmen prensine, İran tarihi oldukça marjinal bir imaj biçmiştir. Kendisinin Anadolu hakimiyeti arzusuyla Türkmenlere ilgi duyması, Türk kimliğini kullanması, Kürtler arasında farklı düşüncelere sebep olmuştu. İran’daki bazı Kürt zümreler onu gerçekten destekliyorlardı. Bir çok tarihi kaynakta Kürtlere Kızılbaş denmesini (SàreSor) bu durumla açıklayabiliriz. Kızılbaş terimiyle Kürt’ün bazı tarihi belgelerde eş anlamlı kullanılmasının bir diğer sebebi ise, bazı Kürt aşiretlerinin aynen Alevi Türkmenler gibi başlarına kırmızı serpuş takmalarıdır. Bizce oldukça manidar bir eş anlamlılıktır…
Şeyh Cüneyt’in bölgedeki iktidarı elde etmek ve Şeyh Bedrettin taraftarlarını yanına çekmek için Şiiliği seçmesiyle, Anadolu Türkmenleri ile Safevi buluşması aynı zamana denk gelir.
Şah İsmail’in Alevi-Türk olarak tahta çıkması:
Safevi sülalesinin atası Kürt Şeyh Safiüddin, 1234 yılında ölmüştü.
Torunu Şeyh Cüneyt, Anadolu Türkmenleri arasında, kendisinin Türkmenlerle kurduğu akrabalığı kullanarak tarikatın Şiiliğini/ideolojisini 1450’li yıllarda yaymayı başarmıştı.
Safevi tarikatına bağlanmış veya onun faaliyetlerini destekleyen Türkmen oymaklar, 1501 yılında Şeyh Cüneyt’in torunu İsmail’i 14 yaşında henüz bir çocukken iktidara getirdiler.
Sonradan Şah ünvanını alacak İsmail’i iktidara getiren Türkmen oymaklar, Esna-i Asare Şiiliğinin Kızılbaş şeklini hem Anadolu’ya hem de İran’a icbar edeceklerdi. (mecbur kılmak)
(…)
Şah İsmail ve Safeviler her ne kadar Anadolu Türkmenlerinden destek bulmuşlarsa da, İran yerleşik halklarından pek destek görmemişlerdir. Kızılbaş temsili, elbette Anadolu’da olduğu gibi İran’da olmayacaktı. İran’da çok ciddi ve sert tutumlarla karşılanan Safevi ideolojisi, kadim Persia kültürü karşısında zamanla erimişti.
Safevi devletinin kuruluş devrinde İran’ın Sünni bölgeleri vardı. Ayrıca, İran’daki dini ortam, Kızılbaş Şiiliğinden alabildiğince derindi. Safevi sülalesinin iktidarı sırasında, Esna-i Asare Şiiligi, Kızılbaş Şiiliğin kurallarından, İrani ahlaka uymayan bütün unsurlarından temizlenecekti.
Türkmenler nasıl istenmeyen unsur ilan edildiler:
Şah İsmail divanında, kendisini Mehdinin öncüsü zaman zaman da mehdi gibi görmüştür.
Bazı Kızılbaş Türkmen gruplar, ona Tanrı gibi yaklaşıyorlardı. 1554 yılında sufi bir grup, Şah İsmail’i mehdi ilan edince, Şah Tahmasb bu yayılış ve güçten rahatsız oldu. Şah İsmail ve taraftarlarını istenmeyen unsur ilan eden Şah Tahmasb bu hareketin başlıca adamlarını idam etti. Türkmenleri İran halkından ayrı tutarak onların dışlanmasını sağladı. Büyük zulm ve hakaretlerle gecen bir mücadele yasandı…
Tıpkı, Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi Türkmenler bu devletin de kurulmasındaki temel fiili katkılarından sonra, "istenmeyen adam“ ilan edildiler. Yani sonunda, Türkmenler ne İsa’ya kul, ne de Muhammed’e ümmet oldular…
Hatayi:
1487 de doğdu. Asıl adı İsmail’dir. XIII.-XIV. yüzyılda yaşayan, Halvetilikle Kalenderiliği birleştirerek Safaviyye-Erdebiliyye denen bir tarikat kuran Şeyh İshak Safiyeddin’in soyundandır. Genç yaşında Azerbaycan’daki Şii aşiretleri, etrafına toplayıp Şirvan, Azerbaycan ve Irak ülkelerini zaptetmiş, Özbek Hani’ni mağlup etmiş ve öldürtmüştür.
Anadolu’ya gönderdiği halifelerle Alevileri elde etmeye muvaffak olmuş, II. Beyazıd’ın zaafından faydalanıp, doğu illerine akınlar yapmış, nihayet 1510’da Yavuz Sultan Selim’le Çaldıran’da çarpışıp bozguna uğramıştır.
Şah İsmail bundan sonra Avrupa Hükümdarlarıyla uyumaya çalışmış, 1517’de Papa X. Leon ve Kayser Maximilyan’la birleşmek istemiştir. Sonradan V. Karl, kendisiyle ittifak teklifinde bulunmuş, fakat bu birlik tasavvur halinde kalmıştır.
1524’de Erdebil’de ölen Şah İsmail, Hatayi mahlasıyla, aruz-hece ölçüsüyle yazdığı Türkçe şiirlerde, mezhebinin propagandasını başarıyla yapmıştır. Hatayi gerçekten de büyük ve içli bir şairdir. Alevi ve Bektaşi edebiyatında essiz bir yeri vardır.’’ (Abdülbaki Gölpinarli)

Lena Umay
Odatv.com