13 Ekim 2010 Çarşamba

Göl İnsanları - Evrim Sürecinden Bir Kesit




Göl İnsanları


Evrim Sürecinden Bir Kesit
( People of the Lake - Man, his Origins,


Nature and Future - 1979 )



Yazar: Richard Leakey - Roger Lewin






Göl İnsanları'nda insanın fiziksel, sosyal ve düşünsel evriminin bir kesiti anlatılmakta. 2,5 milyon yıl önce yaşayan atalarımızın yaygın kanının tersine barışçıl varlıklar olduklarını öne süren bu kitap, insanlığın geçmişini, bugününü ve geleceğini merak eden herkesin ilgini çekecektir.



TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 53




Yazar Richard Leakey özetle; Afrika kıtasında Etiyopya ile Kenya arasında bulunmakta olan Turkana gölünün kıyısında, yeryüzündeki binlerce canlı türünden biri olan insanın nasıl ortaya çıktığı, nasıl bir biyolojik gelişim izlediği, onu en yakın akrabaları olan hayvan türlerinden ayıran özelliklerin neler olduğu ve kültürünün nasıl oluştuğu, kültürler arasındaki farklılıkların sebepleri gibi insanlığın kafasını halen meşgul eden sorulara cevap bulmak için yaptığı kazı ve araştırmaları bu kitabına aktarmıştır.



Kitabın ikiden beşe kadar olan bölümlerinde insan evriminin “iskeleti” yani fosil buluntularının atalarımızın biyolojik yapısı konusunda bize verdiği bilgiler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bundan 15 milyon yıl önce Afrika kıtası çok farklıydı. Hint okyanusuna kadar ormanlarla kaplı düz bir kıtaydı. Ama Rift vadisindeki jeolojik devinim sonucunda yerkabuğunun derinliklerindeki magmanın yeryüzüne çıkmasıyla Etiyopya ve Kenya’da büyük yükseltiler oluşmuş. Ana kıta bu basınca daha fazla dayanamayarak ve yerkabuğu çatlamıştır. Afrika’yı, kuzeydoğudan güneybatıya kateden fay hattı çatladı ve bugünkü büyük Rift vadisi oluştu. Volkanların yüksekliği 6500 metreye ulaşmaktaydı. Milyonlarca yılda bu yükseltiler aşınarak bugün bin metreye inmiştir. Bu yükseltiler batıdan gelen yağmur bulutlarının doğuya göçmesine engel olmuş ve o bölgenin ormanlarının seyrelmesine ve bugünkü geniş çayır ve düzlüklerinin oluşmasını sağlamıştır. İlk zamanlar ormanlarda bitki yiyerek yaşayan insansı maymun atalarımız, ormanların azalmasıyla birlikte bu düzlüklerde yaşamaya başlamışlardır. Yazarın teorisine göre, çayırların arasında dolaşan atalarımız önlerini görebilmek için ayağa kalktılar ve belkide topladıkları yiyecekleri taşıyabilmek için ön ayaklarını kullanmak istediler. Böylece dört ayaktan iki ayağa geçiş yaptılar. Bazı fosiller incelendiğinde insanlarda olduğu gibi diz kapağının yuvasından çıkarak öne doğru kaymasını engelleyen bir kemik çıkıntısının atalarımızda da var olduğu bu tezi doğrulamaktadır. İki ayak üzerinde yürümek dört ayak üzerinde yürümekten daha zor ve yorucuydu. Bir de Afrika’nın kızgın güneşi eklenince atalarımızda ter bezleri gelişti ve tüyleri dökülerek cildimizi güneşten koruyan koyu renkli pigmentler oluştu ve derisi koyulaştı. Atalarımızın beyin büyüklükleri araştırıldığında üç milyon yıl önce yaklaşık 1000 cc iken bir milyon yıl önce 1200 cc’ye çıkmış ve bugün 1400 cc civarındadır. Maymunların bir türü bugünkü modern hayvanlar olan bizlere dönüşmüşken diğer akrabalarımız niçin evrimleşememiş ve maymun olarak kalmışlardır? Evrim bir soyun ve türün devamı ve sürekliliği için gereklidir. Ormanlarda yaşayan akrabalarımız ormanın sunduğu refah ve bollukta hayatlarını ve türlerini garantiye almış olarak yaşamaktadırlar, bu yüzden bir evrime ihtiyaç duymamışlardır. Değişen iklim şartları ve arazi nedeniyle düzlüklerde ve seyrek alanlarda yaşamak zorunda kalan atalarımız soyun devamı için evrimleşmek ve bu şartlara uyum sağlayarak hayatta kalmak zorundaydılar.


Altıncı ve yedinci bölümde teknolojik açıdan ilkel, toplayıcı ve avcı insanlara bakarak, ekonominin temelleri ve toplumsal örgütlenme konusuna değiniliyor. Yazar bitki yiyen atalarımızın, düzlüklerde dolaşırken tesadüfen gördükleri bir hayvan leşinin tadına bakarak ve denedikleri etin tadını beğendiklerini, çünkü etin çok lezzetli ve besleyici olduğunu iddia ediyor. O zaman avcılık olmadığından yırtıcı hayvanlardan artan leşleri ve herhangi bir sebebten dolayı yaşlılık, hastalık vb ölen hayvanları toplayarak 25 kişilik klanlar halinde yaşayan kamp yerlerine getiriyorlardı. Kadınlar bitkisel yiyecekleri toplayıp getiriyor ve kamp yerinde bunlar paylaşılıyordu. O zamanlar biriktirme olmadığından toplanan et ve bitkiler hemen tüketiliyordu. Et besin değeri çok yüksek bir besin olduğundan erkekler arasında getirilen ete göre sosyal bir statü kazanılıyordu. Yapılan kazılarda keskin kenarlı taşlara rastlanması etin kesilmesinde kullanıldığını gösteriyordu. Taşları birbirine vurarak kenarlarını keskinleştirmeyi başarmışlardı. Kadınların topladıkları bitkileri nasıl bir torba veya sepete koydukları konusunda ise kullanılan malzemenin hafif olması ve ağaçtan yapılması ihtimalinin hiç iz bırakmadan kaybolmalarına sebep olduğu düşünülmektedir. Kadınların bitki toplaması erkeklerin et bulup getirmesi ilkel toplumlarda ilk karma ekonominin oluşmasını sağlamıştır. Kadınlar bitki toplamaya giderken küçük emzirme çağındaki çocuklarını da yanlarına almak zorundaydılar. Çocuk ayak bağı olduğundan atalarımızın dişileri dört yılda bir doğum yapacak şekilde evrimleşmişlerdi.


Sekizinci ve dokuzuncu bölümlerde zeka, aletler ve dil ile bunların sosyal ve kültürel içeriğine değiniliyor. Akıl teknolojik anlamda başarılı bir hayvan olmamızı sağlar. Kuşkusuz teknoloji üzerindeki egemenliğimiz bizi hayvanlar aleminin zirvesine yerleştirmiştir. Temelde beyinle ilgili üç önemli unsur vardır. Büyüklüğü, genel biçimi ve içindeki sinir liflerinin oluşturduğu girift ağ. Bir hayvanın davranışını yönlendirmede en fazla sorumlu olan bu üçüncü bölümdür. Aynı büyüklükte iki beyni karşılaştırdığımızda sinir hücreleri ağı çok karmaşık olan ile daha basit ve düz olanın davranışlarında büyük farklılıklar ortaya çıkması kaçınılmazdır. Beynin kıvrımları kafatasına iz bırakmaktadır. Amerika’da yapılan bir araştırmada atalarımıza ait olan bir kafatasında beynin kıvrımlarının izine rastlanmıştır. Bugün şempanzelerin davranışlarına bakıldığında kermitleri avlamak için yaprakları temizlenmiş düz ağaç dalları kullandıklarını görüyoruz.



Temelde insan, maymun, fare, ya da kertenkele de olsak, kafatasımızın içinde taşıdığımız beyin, gerçek dünya hakkındaki kendi yorumumuzu oluşturmak içindir. Evrim yelpazesinin çeşitli konumlarında yer alan hayvanlar karmaşıklık düzeyi farklı yaşamlar sürerler. Örneğin yaşamınız bir kurbağanınki kadar basitse, o zaman, dış dünya hakkında çok az bilgiyle yaşamınızı sürdürebilirsiniz. Ama eğer bir kurbağa değil de yabani Afrika köpeğiyseniz kafanızda canlandırdığınız dünya kurbağanınkinden çok daha zengin olacaktır. Böyle olmak zorundadır çünkü görme, koku alma ve işitme duyularınız çok iyi gelişmiştir ve çevik hayvanları avlayabilmek için hemcinslerinizle işbirliği yapmak zorundasınızdır. Bu göl kıyısında tek başınıza oturarak havada uçan sineklere dilini uzatmaktan çok farklı bir yaşamdır. O halde yaban köpeğinin kafasında çok daha girift bir şebekenin var olması şaşırtıcı değildir. Aksi halde o yaratığın bir yaban köpeği olması mümkün değildir.



Bir sürüngenin gözü girift bir yapı içerir. Öyle ki gereken görsel yorumun büyük bölümü retinada yapılır. Beyne aktarılan bilgi çok azdır çünkü buna gerek yoktur. Kurbağalar önlerinden geçen sinek büyüklüğündeki her türlü cisme dillerine çıkarırlar. Lezzetli olup olmaması önemli değildir. 200 milyon yıl önce ilk memeli hayvan türü gelişmişti. Bunlar ufak yapılı ve gece faaliyet gösteren hayvanlardı. Sürüngen görüşü onlar için pek uygun değildi. Böylece doğal seçilim yoluyla etkin bir işitme duyusu gelişti. Gözden farklı olarak kulak, gerekli yorumla mekanizmasını içerecek yeterli yere sahip değildi. Bu yüzden bu mekanizmanın beyinde oluşması gerekiyordu. Bu gelişme beynin evrimsel büyümesinde ilk önemli adım oldu.

 
Bilim adamları, insanın evriminde yükselmesinin simgesi olarak aletleri gördüler. İnsanların geçimini sağlamak için alet kullanan tek hayvan olduğu söyleniyordu. Bu, kendimizle teknolojiden yoksun hayvanlar arasında kesin bir çizgi çekmek anlamına geliyordu. Ama ne yazık ki bu sav doğru değildir. Örneğin deniz samurları kabuklu deniz hayvanlarını kırmak için taş kullanırlar, akbabalar deve kuşu yumurtasını kırmak için gagalarına aldıkları taşı fırlatırlar. İnsanlara mahsus olduğu sanılan alet kullanma özelliği böylece yeterince ihlal edildikten sonra, bu görüşün savunucuları bu kez alet yapımının insana özgü olduğunu ileri sürdüler. Başka hiçbir hayvanın gerçekte alet yapmadığı iddia ediliyordu. Tabi birileri aslında yaptıklarını fark edinceye kadar. Yakın akrabalarımız şempanzeler karınca, termit, bal ve ölü hayvanların beyinlerini daha iyi tüketebilmek için bazı aletler yaparlar. Böylece, sadece bize ait olduğu düşünülen bu teknoloji alanına şempanzelerin de dahil olmasından sonra elimizde daha az etkileyici olan şu iddia kalıyor: İnsan alet yapmak için alet kullanan tek hayvandır. İnsan zekasının olağanüstü gelişiminde tek bir gücün sorumlu olduğu düşünülemez, çünkü evrim böyle tek yönlü işlemez. Ama sosyal ilişkinin gereklerinin, insan beyninin büyümesinde başlıca itici güç olduğunu söyleyebiliriz. Çevremizdeki dünyayı giderek daha fazla şekillendirip irademizi egemen kıldıkça, giderek gerçek bir kültürel hayvana dönüştük. Kültürü atalarımız icat etti ve kültür büyüyüp zenginleştikçe, insan zekasını besleyerek bugünkü noktasına ulaşmasını sağlayan benzersiz bir ortam oluşturdu.



İnsanın akıllı bir kimliğe sahip olması bizimle hayvanlar aleminin diğer mensupları arasında aşılmaz bir uçurum yaratmıştır. Akıllı oluşumuzun önde gelen belirtisi de ifadeyi sağlayan bir konuşma dilinin varlığı yani farklı kelimeleri bir araya getirerek bir konuşma oluşturma yeteneğidir. Hayvanlar otomatik makinelerdir, oysa insan beyninde, sözlü ifade dilinin kıvılcımıyla tutuşan gerçek bir ruh ışıldar. Mekanik ve tekrarcı bir şekilde sözcükler sarf eden papağan dışında hiçbir hayvan konuşamaz. Konuşamayan maymunsu bir atadan bugüne yaptığımız evrim yolculuğunda karmaşık sesleri anlamlı bir şekilde biraraya getirmeyi neden öğrenmiştik? İnsanların çıkardığı sesler sembolik bir biçimde nesneleri ya da olayları temsil eder. Kelimeler rastgele icatlar olduğu kadar, sadece belli bir kültürün içinde anlamlı olan isimlerdir. Dili olmayan bir kültür olamayacağı gibi kültürü olmayan bir dil de olamaz. Insan kültüre sahip olmasaydı yetenekli ama eksik kalmış bir insansı maymun değil, tamamen kafasız ve dolayısıyla işe yaramaz bir ucube olurdu.



Onuncu bölümde cinsellik ve cinslerin rolleri konusuna, onbirinci bölümde saldırganlık ve savaş konularına değiniliyor. Erkekler neden kadınlar üzerinde evrensel bir egemenlik kurmuşlardır? Eğer ebeveynler, şanslı bir genetik sapma yani mutasyonla, mevcut ortamda daha iyi yaşayabilecek ya da farklı bir çevreyi daha iyi kullanabilecek bir yavru dünyaya getirebilirlerse, o zaman gelecekte bu genetik tür egemen olacaktır. Eğer yeni genler avantajlıysa varlıklarını korur ve güçlenerek sürdürürler; eğer öyle değilse, yok olurlar. İşte basit şekliyle, bazı türlerin nesli tükenirken yeni türler de böyle ortaya çıkar. Hayvanlar alemindeki tek ebeveynli ailelerde, bebekle birlikte geride kalan hemen her zaman dişidir. Erkekler süt üreten memeleri olmadığından yavruyu besleme işine katılamıyordu. Anneyle çocuk arasındaki bağ, insan evriminin büyük bölümü boyunca toplumsal yaşamın merkezi olarak kaldı. İnsan evriminden sorumlu başlıca etken, yiyecek paylaşımına dayanan karma ekonominin gelişmesidir. Bu insansı maymunların cinsel sistemini de etkilemiştir. İnsan dışındaki canlıların dişileri sönük bir cinsel yaşam sürer. Aylar hatta yıllarla ölçülen zaman aralıklarıyla cinsel birleşmeye hazır hale gelirler. Buna karşılık insanın dişisi cinselliğe her zaman ilgi duyar. Dahası kilise ne derse desin, cinselliğin üremenin ötesinde anlamı vardır. İnsan psikolojisinin içerdiği bir olgu da kadının orgazmıdır. İnsanda kadının cinselliğine biyolojik bir karşılık olarak erkek, gövde hacmi kendinden üç kat büyük olan goril de dahil olmak üzere bütün maymunlardan daha büyük ***** geliştirmiştir. İnsan cinselliği diğer hayvanlarda olduğu gibi duygusuz değildir. Hatta bazı yazarlar , tüysüz olmamıza yol açan en önemli etkenin, cinsel birleşme sırasında dokunmanın verdiği haz olduğunu savunmuşlardır. Biyolojik açıdan bakıldığında bu, birden fazla erkeğin ilgisini çekerek aralarında en arzu edileni seçmeye yönelik bir mekanizma ya da erkeğin evdeki işbirliğinin çocuğun büyüme sürecindeki ekonomik taleplerini karşılayacak kadar uzun sürmesini sağlamanın bir yolu olarak değerlendirilebilir. Eğer atalarımız üç milyon yıl önce toplayıcılık ve avcılıktan oluşan yiyecek paylaşma ekonomisini icat etmemiş olsalardı, ne bugünkü kadar akıllı ne de birbirimizin cinselliğiyle bu kadar ilgili olurduk. Kadınlarla erkekler arasındaki derin duygusal bağlar, çocuğun bakımında ikinci bir yetişkinin katkısına olan biyolojik ihtiyacın ürünüdür. Cinsellik de bu bağı güçlendirmenin bir yoludur; çünkü büyük bir ödüllendirmedir. Etin tamamının erkekler tarafından sağlandığı eskimo gibi topluluklarda erkekler kadın üzerindeki egemenliğin timsali gibidirler.



Atalarımız kan döken vahşi saldırgan hayvanlar mıydı? Antik mağaraların duvarlarındaki resimler incelendiğinde genelde av ve avcı ilişkisine yer veren resimler çizilmiştir. Atalarımızın icat ettiği taş aletlerin avcılık dışında kullanıldığını gösteren izlere rastlanmamıştır. Bulunan kırılmış kemik parçaları ve kafatasları çevresel şartların etkisiyle oluşmuş olabilir. Bunun için atalarımızı suçlayamayız. Eskiden atalarımızın ölülerin beyinlerini yediklerini özenle oyulmuş kafataslarından anlayabiliyoruz. Bunun sebebi ölen kişinin akrabaları tarafından yendiğinde tekrar canlanacağına ve sürekli onlarla beraber yaşayacaklarına inanmalarındandır. Ne zaman insanlar avcılıktan tarıma geçmişler, göçebelikten düzenli hayata geçmişler ki; bu da onbin yıl öncesine rastlamaktadır, o zaman insan nüfusu hızla artmış, kuraklık vs. sebeblerle ürünlerde azalma olmuş, o zaman fırsatçı insanlar maddi çıkarlar elde etmek için savaşmışlardır. Milyonlarca yıl önce atalarımız birbirlerini öldürmek, yok etmek maksadıyla savaşmamışlardır. Şu anda da süper devletler barışı korumak adına dünyayı yüzlerce kez yok edecek nükleer silahlar yapmışlardır. Üçüncü dünya savaşı bütün insanlığın sonu olacaktır ve akıllı oluşumuz kendi sonumuzu hazırlayacaktır.



İnsanın içindeki işbirliği dürtüsü geçmişte nasıl savaş için kullanıldıysa, aynı dürtünün barışa yöneltilebileceğini umabiliriz. İhtiyaç duyulan şey doğru, siyasal güdülenmedir. Ve bu siyasal güdülenmenin temeli de sadece aynı kökeni değil, aynı kaderi de paylaştığımız gerçeğidir. Bu insan soyunun şimdi kendi seçimiyle belirliyeceği bir kaderdir.



Sonuç olarak ; İnsanın evrim sürecini, sosyalleşmesini, kültürünü, zekasını, cinselliğini kesin bulgular olmadan teorilere dayandıran ve yoruma açık olan bu kitap, bu konularda bilgi sahibi olmak isteyenler için tavsiye edilir.