2 Kasım 2010 Salı

Bir redd-i aşk destanı:Zembilfroş!



Tarihin ve mitolojinin bütün tutkulu aşk destanlarından farklı bir efsane yaratmış olan Zembilfroş'un Sirgut köyündeki mezarını ziyaret ettik.Yaşlı adam, 'Bizim de bir Zembilfroşumuz var' dediğinde şaşırmıştık.
Teybinde, erbane eşliğinde derwişlerin dini motiflerle süslediği Zembilfroş destanı vardı. İsterseniz götüreyim dedi sizi. Şaşkınlığımız meraka döndü bu kez. Teypten yükselen ses, Zembilfroşa ne kadar yakın olduğumuzu söylüyordu adeta.

Zembilfroş'u ilk kez köylerde sokak sokak dolaşan Derwişlerin ilahi tarzındaki müziklerinden duymuştum. Sonra Gülistan'ın insanı mest eden o güzel sesiyle çağdaş müzik versiyonunu... Fakat yine de Zembilfroş'u ziyaret edebileceğimi düşünmemiştim hiç. Ama beynimizi meşgul eden esas soru başkaydı: Diyarbakır'ın (Amed) Silvan (Ferqin) ilçesindeki Zembilfroş nasıl olmuştu da Güney Kürdistan'a gelmiş ve burada gömülmüştü? Yoksa bu başka bir Zembilfroş muydu? Oysa biz Zembilfroş'un öyküsünü Mervani Kürt devleti zamanına ait biliyorduk. Amed ve Ferqin yöresinden geçtiğini öğrenmiştik. Bütün bunları anlattığımız yaşlı adam, gülümseyerek, 'Şimdi görürsünüz' demekle yetindi.

Yürümeye devam ediyoruz. Bahar, gözlerini yeni açan küçük bir çocuk gibi kışın mahmur uykusundan uyanıyor. Güney Kürdistan'ın yemyeşil badem ağaçlarının çiçek açtığı doyumsuz günler bunlar... Ve yol kenarında nergiz çiçekleri satıyor küçük çocuklar... Duruyoruz... Bahçelikler ve bağların arasında, beyaz gelinliğini henüz çıkartmamış kar kaplı dağları seyrediyoruz uzaktan. Yaşlı amca tecrübenin kazandırdığı yetenek ve güçle içimizdekileri okuyor adeta. Bilgece bir tebessümle, 'Şu gördüğünüz dağlar Haftanin, Metina ve Garê dağlarıdır' diyor.

'Bizim Zembilfroşumuz onların yanındadır' diyor usulca. Kırmızılar içinde, yırtık ayakkabısıyla bahar kokulu Kürt çocuğuna sarılarak bir deste nergiz çiçeği alıyoruz. Bu nergizler, Newroz çiçeklerine açılacakları günleri müjdeliyorlar insana. 'Birazdan varacağız' diyor yaşlı amca. Duhok'ta yola çıktığımızdan beri kaç saat oldu bakamadık. Ne ki az sonra, çevresi taş duvarlarla örülmüş, içindeki ağaçların rengarenk bezlerlerle bağlanıp asıldığı alana açılan demir kapının önünde duruyoruz. Önündeki tabelada 'Mezargeha Zembilfroş' yazıyor. İşte o zaman anlıyoruz Zembilfroş'un mezarlığına geldiğimizi.

Güney Kürdistan'daki Zembilfroş mezarlığı, Zaxo ile Dohuk yolu üzerinde bulunan Sirgut köyünde. Batufa nahiyesine 5 kilometre uzaklıkta. Zembilfroş mezarlığının kuzey doğusunda bölgenin en meşhur tarihi yerlerinden birisi olan Qela Şabanî (Şabanın Kalesi) bulunuyor. Bölge halkı, Zembilfroş destanının burada yaşandığını iddia ediyor. Zembilfroş destanı kişiliğin nefsine karşı kazandığı büyük bir kahramanlık örnegi... İnancı ve idealleri uğruna ölmeyi göze alan bu büyük destanın öyküsü her yerde aynı aslında. Bazı teknik, tarihi ve coğrafi farklılıklar görülse de özünde aynı hikayedir anlatılan. Bilinen sevda destanlarından çok farklıdır Zembilfroş. Çünkü bu karşılıksız bir aşkın, karşılık veremeyenin trajik destanıdır.

Zembilfroş efsanesinin, Batufa yöresindeki Sabani Kalesi'nde hüküm sürmüş Behdinan Sultanı zamanında geçtiğini anlatıyor Güney Kürdistanlılar. Diyarbakırlılar ise olayın Mervani Kürt devleti döneminde Ferqin yöresinde geçtiğini savunuyorlar. Güney Kürdistan'daki Zembilfroş mezarının bulunduğu Sirgut köyünde görüştüğümüz köylüler. Zembilfroş'un kendilerine ait olduğunu söylemekle yetinmiyor, destanını da anlatıyorlar bize.

Hayatın bilgeliği

Anlatılanlara göre, çok zengin bir beyin oğluymuş Zembilfroş. Yakışıklıymış. Doğal olarak avlanmayı ve eğlenmeyi severmiş her bey çocuğu gibi. Ta ki günün birinde bir mezarlıktan geçerken, ruh dünyasında yaşadığı olağanüstü değişime kadar... İşte o mezarlıktan geçerken, yaşamı ve ölümü düşünür, kıyaslar... Sadece soyut bir kıyaslama değildir fakat bu: Mala, mülke, zevke, sefaya sahip olmakla, bunlardan yoksun olmanın getirdiği iki farklı yaşam, bu iki farklı yaşamın sonucunda ortak tek bir kader: Yani ölüm!.. Varlığa sahiptir Zembilfroş. Peki nasıl biri olarak ölecektir? Varlıklı, boş biri olarak mı, yoksa belli ideallerin peşinden koşan, onurlu, halkının içinde, halkın gerçekliğini kavramış biri olarak mı? O, ikinciyi tercih eder, yani ideallerinin peşinden gitmeyi... İşte o andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Eşi ve çocuklarını alarak uzaklaşır saltanatın nimetlerinden. Köy-köy, şehir-şehir dolaşarak zembil (sepet) satmaya, böylece hayatını kazanmaya başlar. Zembil sattığı için de ismi 'Zembilfroş' olarak kalacaktır.

Derken günün birinde, şehirde zembil satarken sultanın karısı görür Zembilfroş'u ve ona aşık olur. Zembil alma bahanesiyle saraya davet eder ve dizelere dökerek ona aşkını açıklar.

Zembilfroş söz vermiştir fakat kendine... Tövbe etmiştir. Artık hiçbir şey onu inançlarından ve ideallerinden yıldırmayacaktır. Zevk ve sefaya yenilmeyecektir; sebebi aşk da olsa... Onu inançlarından ve ideallerinden uzaklaştırabilecek her türlü anlayışa güçlü bir kişilikle karşı koyacak, dik duruşuyla reddedecektir. Çünkü o, dünya nimetlerinden vazgeçmiş bir derviştir artık. Halkın arasına girmiş bir militandır. Evlidir ayrıca, eşi ve çocukları vardır. Bu yüzden Xatun'a orada ret cevabı verir.

Farklı bir iddia

Zembilfroş, Xatun'un ilanı aşkını reddeder böylece. Xatun kabul etmez elbette. Konuğu olduğumuz Hecî Saleh Gulî, bildik Zembilfroş destanının aksine, Xatun'un Zembilfroş'u orada tutuklattığını ve zindana hapsederek zincire vurduğunu anlatıyor. Buna göre Xatun, Zembilfroş'a olan aşkından vazgeçmez. Ona verdiği saltanatı ne zaman kabul ederse, o zaman serbest bırakılacağını ve özgürlüğüne kavuşacağını söyler.

Fakat Zembilfroş, yaşam ilkeleri doğrultusunda direnecektir. Derken günün birinde, ibadet etme bahanesiyle zincirlerini söktürür ve ibadet sırasında saraydan kaçmayı dener. Ancak kaçacak yer bulamaz ve teslim olması istenir. Buna karşı çıkan Zembilfıroş, sarayın burçlarından aşağıya atar kendini ve inançları, idealleri ölmeyi seçer. Heci Salih Gulli, dini motiflerle süslü bu destanı anlatırken hemen yukarıya düşen Şabanı Dağı'nı işaret ediyor bize. 'Bu dağın üzerinde Şabani Kalesi var' diyor. 'O kaleden atlayan Zembilfroş'u melekler almış, getirip buraya gömmüştür...'

Aşka adanışın destanı

Yaşlıların dilinde, dini inançların, nefse hakimiyetin ve iradenin destanı olan Zembilfroş, daha genç kuşaklarda büyük aşkın, büyük adanmanın ve büyük ilkeler uğruna ölümü tercih etmenin efsanevi sembolü olmuş. Bunlar, Kürtlerin Zembilfroşlarının çoğalması gerektiğini düşünüyorlar.

Yol boyu bize rehberlik eden yaşlı amca ise, 'Güney Kürdistan çağdaş Zembilfroşları da gördü' diyor. Aynı dağlarda kaç gerilla inancı uğruna ölüme gitti. Ve hatırlıyoruz, işbirlikçilere ve düşmana teslim olmamak için Beritan da aynı dağların zinnarlarından aşağı bırakmadı mı kendini? Diğer yoldaşları gibi çağdaş bir Zembilfroştu Beritan...

Kutsal mekan

Ve oturduğumuz yerden kalkarak Heci Salih Guli ve arkadaşlarıyla birlikte Zembilfroş'un mezarına geliyoruz. Mezarının sol yanındaki geniş arazide mayınlı saha işaretli levhalar dikkatimizi çekiyor. Heci Salih, Türk ordusu tarafından 1992 ila 1996 yılları arasında buraların mayınlandığını söylüyor. Onun anlattıklarına göre Zembilfroş'un ziyaret edilmesini istemiyormuş Türk ordusu. Gerillalar da oradaki savaşta destansı direnişler gerçekleştirmişler. Zembilfroş'un onları koruduğuna inanıyor Heci Salih. Diğer köylüler gibi o da, olağan bir gücün Kürt direnişçilerini burada koruduğunu söylüyor. Ve köylüler, her Kürt gencinin çağdaş bir Zembilfroş olması gerektiğini söyleyerek uğurluyorlar bizi.

Xatun'un Zembilfroş'a seslenişi:

'Zembilfroş zembila tine
Dikan bi dikan digerine
Hiş le xatžnê namine
Serî le zeman digerine
Gazi dike ku bibine
Were ser doşeka mire
Le te helal, herama mire
Bidime te zulfi herire
Çavê min e xezalan e
Singamin wek zozana ne
Bejna min wek rihan e
Ciqa beji hejane...'

(Zembilfroş zembil getirir/
Dükkanları dolaştırır/
Hatun'un aklı başından gider/
Başında zamanı dolaştırır...
Çağırır onu, der: Beni gör ve gel/
Gel Mir'in döşeğine otur/
Mir'e haram olan sana helaldir/
Zulfi heriri vereyim sana/
Gözlerim ceylanların gözündendir /
Göğsüm yaylaya benzer /
Reyhan gibi uzundur boyum/
Ne dersen kabulümdür)


Zembilfroş'un Xatun'a verdiği cevap:

'Xatûnê ez tobedarim
Delalê ez tobedarim
Zarok birçîne li malin
Ji rebbe jorî nikarim

('Hatun ben tövbekar biriyim/
Güzel ben tövbekar biriyim/
çocuklarım evde ve açtır/
Yukarıdaki tanrının hatırına, yapamam')

MEHMET YAMAN

ŞAH İSMAİL ASLINDA KÜRT'TÜ



Daha önceki "tarih hatırlatmalarımızda“, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’da ilk Kürt unsurların, Osmanlı-Safevi savaşları sırasında, Osmanlı’nın istekleriyle "Safevilere karşı cephe kurmak maksadıyla“; Kuzey İran’dan taşındıklarını/yerleştirildiklerini belirtmiştik. Bu nüfus hareketinin sebep ve sonuçları, bilindiği gibi günümüze değin taşınmış problemlerimizin ilk sahneleridir. Bu sahnelerdeki düşman Safevilerin, Alevi-Türkmen kimliğini biliyoruz. Bununla birlikte, Şah İsmail’in Türkçe ve güzel şiirler yazdığını ayrıca bir kaç kaba taslak bilgi-yorumla Osmanlı’nın ezeli düşmanı Safeviler hakkında pek bilgi sahibi değiliz.
Osmanlı’nın Safevilere karşı Kürtleri kullanması, Anadolu’da başta Alevi-Türkmenler ve gayri müslim unsurların aleyhine bir hareketti. Osmanlı, Anadolu’nun demografik yapısını tümüyle değişterecek bu hareketi, kendi Sünni iktidarı için tereddütsüz tercih etmişti.
Osmanlı’nın bu tercihini açıklayabiliyoruz, ancak ezeli düşmanı Safevilere karşı Kürtleri kullanmasında bir ince politikanın gizlendiğini düşünebilir miyiz?
Safevi devletinin kuruluşu, İslam ve Türkiye tarihinde gerçekten mühim bir hadisedir. Anadolu ve İran coğrafyasının tarihlerini belki de tümüyle değiştirmiş ender hadiselerden biri de budur.
Safevi devletinin kuruluşunun, İslam tarihi için önemli olan tarafı, Şiiliğin İran’a gerçek manada Anadolu Türkmenleri tarafından taşınmasıdır. Bu devleti kuran Kızılbaş adıyla anılan Anadolu Türkmenleri, Osmanlı ile çatışmayı göze almış, onun iktidarını reddetmeyi basarmışlardır. Osmanlı iktidarı ile Türkmenler arasında kanlı çatışmalara sebep olan Safevi ideolojisi ve taraftarlığı, belki de Osmanlı’nın yasadığı ilk büyük ayrışma olarak değerlendirilebilir. Alevi-Türkmenler’in modern Türkiye’de dahi sorunlarıyla ilgilenilmemesi, onlara zoraki hayatlar yaşatılması, asla ve kata Türk tarihi-edebiyatı-dili içersinde önemsenmeden anılmaları, bizce Safeviler döneminden kalma ayrışmanın farklı bir tezahürüdür.
(…)
Safevilerin Kürtlüğü:
Kökenleri, siyasi gelenekleri ve konumlarının anlaşılmazlığı itibariyle Safevi sülalesi, bilindiği gibi kadim Persia geleneğine oldukça yabancıdır. İranlılar için "ulusal“ rollerine uygun herhangi bir siyasi anı bırakmamışlardır.
Safevi ailesi, Moğol çağından beri bilinmekteydi. Sülaleye adını veren ata,
Şeyh Safiüddin İshak Erdebili’nin Kürt olduğu "Safvat al-Safa" isimli tarikat yazmalarında mevcuttur.
Karakoyunlu Cihansah’ın vakıf belgelerinde bu sülalenin sünni-Kürt olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Safevilerin ataları hiçbir kaynakta "seyyid“ olarak anılmamışlardır. Ancak bir dönem kendilerini Peygamber’in akrabası olarak yani Seyyid ünvanıyla takdim etmişlerdir.
Bu Sünni-Kürt sülale nasıl oldu da Türkleşti ve Alevileşti?
Safevilerin Türkleşmesi:
Safevilerin isim atası Şeyh Safiüddin’in dördüncü kuşaktan halefi Şeyh Cüneyt, o zamanlar Diyarbekir’de hüküm süren Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızıyla evlenince, Safevi sülalesi ile Akkoyunlular hısım oldular. Şeyh Cüneyt, uzun Hasan'ın kız kardeşiyle evlenmiştir. Safevi sülalesinin Türklerle kurduğu bu akrabalığın amacı, Anadolu içlerine kadar bir hakimiyet alanı açmaktı. Zaman içinde bir zamanlar Sünni-Kürt olan bu sülale, Alevi-Türkmenlerden etkilenecek ve de ilerleyen zamanlarda bütün ideolojisini bu etkileşim üzerine kuracaktı.
Nitekim, anne tarafından Akkoyunlu Prensi olan Şah İsmail, tarikatının propagandasını Oniki İmam’cı, Ali’ci olarak kurmuştu. Anadolu Türklerinden ve diğer Anadolu halklarından aldığı farklı özgürlükçü havasıyla, bu Türkmen prensine, İran tarihi oldukça marjinal bir imaj biçmiştir. Kendisinin Anadolu hakimiyeti arzusuyla Türkmenlere ilgi duyması, Türk kimliğini kullanması, Kürtler arasında farklı düşüncelere sebep olmuştu. İran’daki bazı Kürt zümreler onu gerçekten destekliyorlardı. Bir çok tarihi kaynakta Kürtlere Kızılbaş denmesini (SàreSor) bu durumla açıklayabiliriz. Kızılbaş terimiyle Kürt’ün bazı tarihi belgelerde eş anlamlı kullanılmasının bir diğer sebebi ise, bazı Kürt aşiretlerinin aynen Alevi Türkmenler gibi başlarına kırmızı serpuş takmalarıdır. Bizce oldukça manidar bir eş anlamlılıktır…
Şeyh Cüneyt’in bölgedeki iktidarı elde etmek ve Şeyh Bedrettin taraftarlarını yanına çekmek için Şiiliği seçmesiyle, Anadolu Türkmenleri ile Safevi buluşması aynı zamana denk gelir.
Şah İsmail’in Alevi-Türk olarak tahta çıkması:
Safevi sülalesinin atası Kürt Şeyh Safiüddin, 1234 yılında ölmüştü.
Torunu Şeyh Cüneyt, Anadolu Türkmenleri arasında, kendisinin Türkmenlerle kurduğu akrabalığı kullanarak tarikatın Şiiliğini/ideolojisini 1450’li yıllarda yaymayı başarmıştı.
Safevi tarikatına bağlanmış veya onun faaliyetlerini destekleyen Türkmen oymaklar, 1501 yılında Şeyh Cüneyt’in torunu İsmail’i 14 yaşında henüz bir çocukken iktidara getirdiler.
Sonradan Şah ünvanını alacak İsmail’i iktidara getiren Türkmen oymaklar, Esna-i Asare Şiiliğinin Kızılbaş şeklini hem Anadolu’ya hem de İran’a icbar edeceklerdi. (mecbur kılmak)
(…)
Şah İsmail ve Safeviler her ne kadar Anadolu Türkmenlerinden destek bulmuşlarsa da, İran yerleşik halklarından pek destek görmemişlerdir. Kızılbaş temsili, elbette Anadolu’da olduğu gibi İran’da olmayacaktı. İran’da çok ciddi ve sert tutumlarla karşılanan Safevi ideolojisi, kadim Persia kültürü karşısında zamanla erimişti.
Safevi devletinin kuruluş devrinde İran’ın Sünni bölgeleri vardı. Ayrıca, İran’daki dini ortam, Kızılbaş Şiiliğinden alabildiğince derindi. Safevi sülalesinin iktidarı sırasında, Esna-i Asare Şiiligi, Kızılbaş Şiiliğin kurallarından, İrani ahlaka uymayan bütün unsurlarından temizlenecekti.
Türkmenler nasıl istenmeyen unsur ilan edildiler:
Şah İsmail divanında, kendisini Mehdinin öncüsü zaman zaman da mehdi gibi görmüştür.
Bazı Kızılbaş Türkmen gruplar, ona Tanrı gibi yaklaşıyorlardı. 1554 yılında sufi bir grup, Şah İsmail’i mehdi ilan edince, Şah Tahmasb bu yayılış ve güçten rahatsız oldu. Şah İsmail ve taraftarlarını istenmeyen unsur ilan eden Şah Tahmasb bu hareketin başlıca adamlarını idam etti. Türkmenleri İran halkından ayrı tutarak onların dışlanmasını sağladı. Büyük zulm ve hakaretlerle gecen bir mücadele yasandı…
Tıpkı, Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi Türkmenler bu devletin de kurulmasındaki temel fiili katkılarından sonra, "istenmeyen adam“ ilan edildiler. Yani sonunda, Türkmenler ne İsa’ya kul, ne de Muhammed’e ümmet oldular…
Hatayi:
1487 de doğdu. Asıl adı İsmail’dir. XIII.-XIV. yüzyılda yaşayan, Halvetilikle Kalenderiliği birleştirerek Safaviyye-Erdebiliyye denen bir tarikat kuran Şeyh İshak Safiyeddin’in soyundandır. Genç yaşında Azerbaycan’daki Şii aşiretleri, etrafına toplayıp Şirvan, Azerbaycan ve Irak ülkelerini zaptetmiş, Özbek Hani’ni mağlup etmiş ve öldürtmüştür.
Anadolu’ya gönderdiği halifelerle Alevileri elde etmeye muvaffak olmuş, II. Beyazıd’ın zaafından faydalanıp, doğu illerine akınlar yapmış, nihayet 1510’da Yavuz Sultan Selim’le Çaldıran’da çarpışıp bozguna uğramıştır.
Şah İsmail bundan sonra Avrupa Hükümdarlarıyla uyumaya çalışmış, 1517’de Papa X. Leon ve Kayser Maximilyan’la birleşmek istemiştir. Sonradan V. Karl, kendisiyle ittifak teklifinde bulunmuş, fakat bu birlik tasavvur halinde kalmıştır.
1524’de Erdebil’de ölen Şah İsmail, Hatayi mahlasıyla, aruz-hece ölçüsüyle yazdığı Türkçe şiirlerde, mezhebinin propagandasını başarıyla yapmıştır. Hatayi gerçekten de büyük ve içli bir şairdir. Alevi ve Bektaşi edebiyatında essiz bir yeri vardır.’’ (Abdülbaki Gölpinarli)

Lena Umay
Odatv.com